Felaketlerin yaşandığı ilk anlarda televizyonlara bağlanıp 'can kaybı yok' diye açıklamalar yapılıyor. Elazığ'daki depremde ve Sabiha Gökçen'deki feci olayda da durum değişmedi. Murat Bardakçı, "Böyle alelâcele konuşmaya neden meraklıyız? " diye sordu ve ilk anlardaki bu konuşmaların boşa gittiğini ifade etti.
Felâketlerde alelâcele konuşma merakı
Senenin daha ilk haftalarında bir taraftan depremlerle,
çığlarla, uçak kazalarıyla uğraşıyoruz, bir taraftan da kahreden
şehid haberleri geliyor... “Şu sene hayırlısıyla bir geçip gitse…”
diyeceğiz ama diyemiyoruz, henüz Şubat’ın, yani ikinci ayın
başındayız ve önümüzde daha tam on bir ay var!
“Allah beterinden korusun” duasından başka yapılması gereken bir
başka önemli iş daha mevcut: Felâket haberi geldiğinde aceleci
olmamak, ne olup bittiği tam öğrenilmeden “Ucuz atlattık, can kaybı
yok!” diye başta güya rahatlatan ama sonradan işin hiç de öyle
olmadığını gösteren açıklamalar yapmamak, konuşmuş olmak için
konuşmamak, öyle hemen demeç falan vermemek…
Deprem olmuş, ortalık tozduman, âfetin tam olarak nereyi, nasıl ve
ne şiddette vurduğu belli değil, mülkî âmirlerden yahut
politikacılardan biri apar-topar televizyonlara bağlanıp “Can kaybı
yoktur” diye güya müjde veriyor! Derken aradan biraz geçiyor ve
hayatını kaybedenlerin sayısı yavaş yavaş öğreniliyor: Bir, beş,
on, yirmi, otuz…
Ve, sayı maalesef arttıkça artıyor!
Elâzığ’daki son felâkette de bunun aynını yaşadık! Haber geldi,
yetkililer birkaç dakika sonra telefonla TV’lere bağlandılar,
alışıldığı şekilde “can kaybı olmadığını” müjdeleyip “yaralı
sayısının henüz tam olarak bilinmediğini, hasar tesbit
çalışmalarına da başlandığını” söylediler…
Netice?
Aradan birkaç gün geçti ve “can kaybı olmadığı” söylenen depremin
kırk küsur vatandaşın canını aldığı anlaşıldı!
(...)