Gazeteye ilk adımımı attığımda Doğan Abi’yi (Heper) gördüm.
Tam 35 yıl, birlikte, aynı masa etrafında çalıştık.
Son yıllarında odalarımız da yan yanaydı.
Bir anlamda, gün boyu hep beraberdik.
Bazen didiştik, bazen aynı konuda mücadele verdik, bazen de hep
birlikte sustuk oturduk!
Gazetecilik, öyle bir hastalık ki iş arkadaşlarınızı çocuğunuzdan
çok daha fazla gördüğünüzü, bütün ömrünüzü, mesleğinize adadığınızı
ancak çok uzun yıllar geçip gittiğinde anlıyorsunuz.
Bu duygularla Doğan Abi’nin birinci ölüm yıl dönümü için mezarı
başında yapılacak anma törenine giderken, Erdoğan Bey’in ölüm
haberi geldi.
Üzüntümüz birdi, ikiye çıktı.
Doğan Abi’nin mezarı başındaydık ama aklımız gazetedeydi...
Doğan Abi’nin eşi de çocukları da hâlâ yokluğuna alışabilmiş
değiller.
Sanki bir yere gitti de, her an dönüp gelecekmiş duygusu
içindeler...
Doğan Abi, kimilerine göre, belki en vizyoner yayın yönetmeni
değildi ama gelmiş geçmiş en çalışkan yayın yönetmeniydi.
Toprağı bol, ruhu şad olsun...
Farklı bir patrondu
Erdoğan Bey’i Milliyet’i almadan önce de tanıyordum.
Ülkemizin en köklü kolejlerinden Ata Koleji’nin sahibiydi ve
eğitime bakış açısı ticari değil, akademikti.
Yoksa şimdiye kadar yüzlerce okulluk bir zincir haline çoktan
gelmiş olurdu!
Eğitim ve bilim olmadan ülkelerin kalkınmasının mümkün olmadığına
inanırdı.
Bizim Mucitler yarışmasını yaparken, dereceye giren adaylara
dağıtılmak için sponsor olmasını istediğimizde, hiç düşünmeden, 150
bin lira vermişti. Hem de hiç adından söz edilmesine gerek
olmadığını, özellikle vurgulayarak!..
Milliyet’i aldığında, daha yakından tanıma fırsatı bulduk.
Muhtemelen, yazılarım nedeniyle, kendisine en fazla şikâyet edilen
isimlerden birisiydim. Ama bir gün olsun, şunu yaz, bunu yazma
demedi.
Kendi içinde dengeleri vardı.
Onu iyi tanımak ve ortak yol almak için çok sabırlı olmak
gerekirdi.
Tanıdıkça, ilk öğrendiğim bu oldu.
Geriye dönüp baktığımızda, sanki dün gibi de gelse, Milliyet’i
alalı neredeyse 7 yıl olmuş!
İlk yıllar, ortaklık, kayyum ve belirsizliklerle doluydu. Ama son
yıllarda taşlar yerli yerine oturmuştu ve ne zaman konuşma gereği
hissetsem, kapısı sonuna kadar açıktı.
Kendisini kızdırmayı çok seviyordum. Üzerine gittikçe, “Otur o
zaman dinle” diye saatlerce anlatırdı.
Birkaç ay önceki son görüşmemizde ise eleştirinin dozunu biraz
kaçırınca, “Hiç sevmem ama sana bir bedduada bulunacağım” dedi ve
“Allah seni de gazete patronu yapsın da gör. O zaman beni daha iyi
anlarsın” dedi. Ben de “Aman aman, ben halimden memnunum, daha çoğu
sizin olsun” demeye kalmadı, eskiden de küçük ortağı olduğu medya
grubunu bünyesine kattı.
Sağlığı ve keyfi yerinde olsaydı, yine çat kapı yapıp, “Patron
duanızı belli ki benim için değil, kendiniz için yaptınız” diye
takılacaktım ki o görüşme bir türlü gerçekleşmedi.
O, bir Türkiye sevdalısıydı. Aldığı her kararın, söylediği her
sözün arka planında bu sevda vardı.
Ne zaman, bir konuda “Niye böyle davranıyorsunuz?” diyecek olsak,
“Otur o zaman dinle” der, tüm olasılıkları, farklı yönleriyle bir
bir anlatırdı. “İşim çok, yetişecek yazım var” deseniz de,
kurtulamazdınız, çünkü “kaşınan” biz
olmuştuk!
Zamanı hiç bitmeyecek gibi yaşadı.
Hızlı karar almayı, hızlı hareket etmeyi ve hızlı finali
sevmezdi.
Onu tek kelimeyle özetleyin denilse, aklıma ilk gelen kelime,
kesinlikle sabır olurdu.
Ama Azrail o kadar sabırlı değildi ki, yapacak daha onca işi,
yerine getireceği onca sözü ve özlemini duyduğu çok daha güçlü bir
Türkiye’yi görmesine müsaade etmedi...
Heper ve Demirören ailelerine Allah’tan sabır diliyorum...
Özetin özeti: Geride hoş bir seda bırakmanın ötesinde her şeyin boş
olduğunu bir kez daha kendimize hatırlattık. Herkes de bunu böyle
bile! Anlamak için onlarca yıl beklemeye hiç gerek yok!.