Yazının başlığını “başkasının hakkını savunmalı mıyız, yoksa
ipleri koparmalı mıyız?” olarak da düşünebilirsiniz. Oysa
'başkasının hakkını savunmak' tercihten öte ahlakî ve ilkesel bir
duruş. Hak ve hukuku bir kesime hasredemeyiz, adaleti sadece
kendimiz için isteyemeyiz. 80 milyona yaklaşan nüfusuyla güzel
ülkemizde farklı inanç, kanaat ve siyasi çizgilere sahip kesimler
de yaşıyor. Farklı düşünenlerle ipleri koparmak bir tercih sonuçta
ama doğruluğu tartışılır. Böyle bir tercihte bulunmak değerlerimizi
sil baştan yorumlamayı gerektirir. Zira kişiliklerimizi oluşturan
manevî-ilkesel değerler başkasının hakkını gözetmeyi de
emrediyor.
“Kendine nasıl davranılmasını istiyorsan, başkasına da öyle davran”
gibi dilimize pelesenk olmuş bir güzel deyiş var. “Dün onlar bize
çektiriyordu, bugün de biz onlara çektireceğiz” diyemeyiz. Hem biz
dün acı çekerken, oraya buraya atılırken bizimle aynı inanç ve
görüşte olmadıkları halde yanımızda saf tuttukları için 'mahalle
baskısı' yaşayanlar vardı.
Dün üniversiteleri tek-tip adam yetiştirmekle suçluyorduk.
Akademisyenlerin uyduruk gerekçelerle yahut siyasi mülahazalarla
uzaklaştırılmalarına isyan ediyorduk. Her devirde oldu böyle
şeyler. Başkalarına acı çektirilirken sevinenler de oldu, üzülenler
de. Seslerini yükseltenler de oldu, sessizliğin gölgesine
sığınanlar da oldu. “147'likler”, “1402'likler”, “28 Şubat'lar”,
birbirini takip eden mevsimler gibiydiler, hepsi de geldi geçti.
Hayırla yad edilen insanlar var, kötü olarak yad edilenler var,
unutulmuşluğun kuyusuna atılmış olanlar da var..