Bir iki yazıdır İslam uygarlığının merkezi havzasına barış,
huzur, istikrar ve refah getirecek bir “Büyük Sözleşme”ye atıflarda
bulunuyoruz. Bazıları bu atıflarımızı suya yazılan, iyimser,
bölgenin filli gerçeklikleriyle uyuşmayan ütopik vaazlar olarak
görebilirler. Elbette, böyle bir sözleşmenin bugünden yarına
gerçekleşmesinin ne kadar zor olduğunu ben de biliyorum. Bölge kan
gölüne dönüşmüş iken böyle bir düşüncenin hayata geçmesini umut
etmek çoğu insana hayalperestlik olarak görünebilir. Öte yandan
böyle bir hayale sadece fikir adamlarının, din adamlarının,
siyasetçilerin ve halkların inanması da yeterli değil. Bölge
rejimlerinin de bu sözleşmeyi içtenlikle istemeleri gerekir. Bu da
yönetici sınıfların uzlaşmaya, diyaloga, tavize açık olmalarını ve
halklara yönetimde daha fazla temsil hakkı tanımalarını zorunlu
kılıyor.
İslam uygarlığının merkezi havzasında gerçekleşecek bir sözleşmenin
kısa ve orta vadede daha geniş ölçekte olumlu yansımaları
olacaktır. Gerçi bölgede uzun süredir 'umutsuzluk siyaseti'nin
etkili olduğu ve bu yüzden bölgenin 'yeni bir yön' kavramına
ihtiyaç duyduğu öteden beri dillendiriliyordu. Rejimlerle halklar
arasındaki uyuşmazlığın bölgeyi felç ettiği, nüfusun önemli bir
oranını teşkil eden gençleri umutsuzluğa sürüklediği ortada.
Umutsuzluğu, besleyen ortamların yol açtığı tahribat ise bir yandan
'acziyet', bir yandan 'şiddet' üretiyor.