İslâm medeniyeti “cami merkezli” bir medeniyettir. Peygamber Efendimiz (s.a), Yesrib’e hicret buyurduklarında, burayı “Medine” (Din’in yaşandığı şehir) haline getirmek için, ilk adım olarak caminin (Mescid-i Nebevî) yapılacağı yeri belirledi ve ashabıyla birlikte bizzat mescidi inşa etti.
Mescid/Cami, İslâm toplumunun adeta “kalbi” oldu; namaz günde beş vakit orada kılınıyor, İslâm dininin esasları orada öğreniliyor, istişare ve dayanışma orada yapılıyor, cihad hazırlıkları oradan yürütülüyor, bazen diplomatik görüşmeler de orada yapılıyor, hatta esirlerin bile cami direklerine bağlandığı oluyordu…
Dört halife devrinde ve sonraki tüm İslâm devletlerinde, özellikle de Selçuklu-Osmanlı medeniyetlerinde camiler, İslâm şehirlerinin mihveri oldular; toplumsal hayata yön veren tüm kurumlar hep cami etrafında hâlelendiler: medreseler, şifahaneler, kervansaraylar, yetimhaneler…
Modern zamanlarda ise, Batı tipi yaşam biçimi tüm dünyaya ve İslam toplumlarına egemen olunca camiler parantezde kaldı; İslâm’ın altın çağındaki canlılığını ve belirleyiciliğini kaybetti.
Camilerin İslâm’ın ilk yıllarındaki işlevini yitirip içinin boşalmasına -yazık ki- Müslümanların bizzat kendileri de zemin hazırladılar; çeşitli İslâmî akımlar, kendilerine cami dışında merkezler edindiler.
“Camileri boşaltıp, kendi kendimizi vakıflarımıza, derneklerimize, tekkelerimize hapsettiğimiz günden beridir cem olmaktan, cemaat olmaktan da uzaklaştık” diye yakınmıştı Veysel Tepeli.