Kanun devleti olmak marifet değil. Marifet “hukuk devleti” olmakta..
Anayasa, yasalar, yönetmelikler, genelgeler, tamimler ve yargı kararları; bütün bunlara rağmen bir türlü adaleti sağlayamıyoruz. Oysa adalet mülkün temelidir. Adalet yoksa, geriye kalan zulümdür.
Adalet derken yargıçlar cuntasından söz etmiyoruz. Onun adı Jüristokrasi’dir.
Aslında İngiltere’de olduğu gibi Anayasa olmasa da olur. Ya da Anayasa tek sayfa da olabilir. Bizde Anayasa Mahkemesinin kuruluş ve çalışma esasları, ortalama bir Anayasadan daha uzun.
Sonunda devletin kalbi mesabesindeki bir makamı da Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar yüzümüze gözümüze bulaştırdık. Bu böyle olmamalıydı oldu.
Kimimiz “hukuk devleti” ile “kanun devleti” arasındaki farkı, kuvvetler ayrılığını falan da bilmiyor, ya da önemsemiyor. O zaman savcı “müdde-i umumi” olmaktan çıkıyor, hakim “kanun teknisyeni” oluyor. Klasik bir “memur”a dönüşüyorlar.
Aslında bizdeki “yasama” da bir garip, “yargı” da, “yürütme” de. Değiştirilmesi teklif bile edilemeyen yasa mı olur! Bizde var. Çünkü o “Kemalizm’in dogması”dır.
Zaten tek kişinin ilke ve inkılabları Anayasa’nızın ruhunu oluşturuyor ve başlangıcında yer alıyorsa, bu “Laik rejimin imanı”na, “Türkün yeni amentüsü”ne dönüşmüş olmuyor mu? Bakın, toplumun devlete sadakatının sınırı dinine sadakatından öte değildir olamaz. Dinine ihanet edeninin devletine sadakat söylemi gerçekçi ve inandırıcı değildir, olamaz.
Hâlâ şapka giyme zorunluluğu var bu ülkede, ama şapka giyen var mı, kadın ya da erkek.. Hakimi de giymiyor, savcısı da.
Peki bu yasa niye değiştirilemez. Evet bu durum seküler bir kutsaldır, dokunulamaz!? Ve bu kuralları koyan kişi de kutsaldır, eleştirilemez. Sözleri, ilkeleri, icraatını reddetmek olmaz. Onun için “kişiye özel koruma yasası” vardır.