Kavmiyetçiliğin, -başkaca hiçbir sorunu olmasa da- toplumları ifsad için yeterli bir hastalık olduğunu bütün dünya hem de defaatle acılarla neticelenen fitne ve savaşlarla müşahede etmiştir.
Başlarken her ne kadar sadeleştirme amaçlı “kavmiyetçilik” olarak ifade ettiysem de bununla “kabile, kavim, etnik grup, ırk ve ulus”çuluğu kast ettiğimi belirtmek isterim.
Tabi ki insanlar etnik aidiyetlerini önemserler, ırklarını sevebilirler, kabilelerine değer verebilirler, lakin bütün bunları başka aidiyette olanlara ve/ya aynı aidiyette olup kendilerini ırk, kabile temelinde tanımlamayanlara hakkaniyet ölçüleri dışında davranmaya sevk etmemelidir. Yoksa tanım/lama “ırkçılığa, kavmiyettaparlığa” kadar gidebilir ki Allah muhafaza.
Ne yazık ki;
Modern dönem ürünü olan ulus ve ulusçuluk, insan topluluklarını seküler argümanlarla tanımlamaktadır. Bu tanımla ulusçuluk, seküler amaçlar ve kaygılar ekseninde zenginleştirilip değerlendirilmekte ve toplumlara değer olarak sunulmaktadır. Bu suretle artık birey/ler aidiyetlerini ‘inancına göre’likten ziyade ‘ırk-ulus’una göre belirlemeye ve kabul etmeye mecbur bırakılmaktadır. Dolayısıyla örgütlenmeler, siyasi organizasyonlar ve devletler kendilerini ırk-ulus temeline dayandırmak zorunda kalmışlardır.
Sanayi toplumunun insanları-toplulukları “tür”lere ayırmada kullandığı yöntemin kültürel düzeyde meydana gelen yansıması olan ulusçuluk, bireysel ve toplumsal depremlere yol açarak iki asırdır insanoğlunun yakasını bırakmadı. Oysa insanların ulusal aidiyet bilinci ve bilgisi olmadığı dönemlerde aç kalmaları söz konusu olmadığı gibi, ulus devlet sahibi olduktan sonra daha özgür ve müreffeh bir hayata kavuştuklarına dair bir veri de bulunmamaktadır.