Tevhid Medeniyeti serlevhası ile maruf ve medar-ı iftiharımız olan İslam medeniyeti (civilisation değil, medeniyet) Resullerin (as) önderliğinde insanoğlunun binlerce yıllık yürüyüşünün yekûnudur.
Yerleşik hayata geçen ilk muvahhidun, insanlığın ortak mirasını inancına uygun şekilde taşıyarak sonraki nesillere emanet etmiştir. Bizim sahip olduğumuz medeniyetin menbaı bura(da)dır.
Dini başka, dili farklı, meşrebi değişik, rengi ve ırkı ayrı ayrı olan milletleri, toplumları bir arada, sulh içinde tutan Tevhid Medeniyetinin son temsilcisi Osmanlı Devleti idi. Kimi araştırmacılar bu medeniyeti Selçuklu, Emevi ve son kertede Abbasilere kadar götürebilse de, doğrusu bu tespit sadece Kur’an ile müşerref Müslümanların geçmişten gelen mirasla yoğrularak kurdukları ilk medeniyettir.
Bu yazımızda medeniyet tarihini anlatacak değilim, lakin erdemli bir medeniyet inşa eden Osmanlı İmparatorluğu’nun Tevhid Medeniyetinin son temsilcisi olduğunu zikretmeden yazacaklarımı yeterince anlaşılır kılacağımı sanmıyorum.
Medeniyetler Çatışması dedikleri şeyin aslında İslam Medeniyeti ile Batı Uygarlığı (civilisation) arasındaki “denksizlik”ten kaynaklandığını söylememiz abartı sayılmamalıdır. Zira, Hristiyan Batı profanlaşan, teknoloji esiri ve bireyselleşmiş toplumu ile bir “uygarlık” sahibidir. Batı uygarlığı talan ve imhayı esas aldığı için güçlünün haklı olduğunu dayatır ve herkesi güçlünün iradesine teslim olmaya zorlar, Tevhid Medeniyetinde adalet ve merhamet esas alınır ve haklının güçlü olduğuna, dolayısıyla hakka teslim olmanın mecburiyetine inanılır. İşte adına “Medeniyetler Çatışması” dedikleri şey aslında hakkı üstün tutan Kadim Medeniyet ile gücü kutsayan Sömürgeci Uygarlık mücadelesidir.
Düşünebiliyor musunuz?