Tabii ki Türküm!
Bunu haykırmaktan asla gocunmuyorum. Ama kendilerini Türk
hissetmeyenler de var! Onların çocuklarına da her sabah okul
kapılarında zorla “Türküm” mü dedirteceğiz?
Siz “Desinler tabii, ya diyecekler ya gidecekler”
diyebilirsiniz. Ama ben diyemiyorum. Kusura bakmayın!
Tabii ki doğruluktan yanayım!
Ancak doğruluğun ve dürüstlüğün minnacık yüreklere yerleşmesini
sağlayacak bin türlü yol varken... Her sabah “rahat/ hazır
ol” tarzı bir askeri disiplin içinde yemin ettirmek...
Bana en azından pek akılcı bir yolmuş gibi gelmiyor.
Tabii ki çalışkanlık iyi bir şey!
Ama “Evde elektrikler kesikti, o yüzden ödevimi yapamadım
öğretmenim” demenin hazzını nereye koyacağız? Postmodern çağlarda
ortaya çıkan ve adına “tembellik hakkı” denilen o
güzelim hakkı ne yapacağız?
Tabii ki küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak
ilkemdir!
Ve işte tam bu noktada... “Ancak” demeden,
“ama” demeden diyorum ki: Bunun için yemin
şart olmalı! Çünkü yemin ortadan kalktığı günden beri
küçüklere musallat olanların, küçükleri taciz edenlerin sayısı
nasıl da arttı! Büyüklere gelince... Artık onların dramlarını da
sadece bayramlarda yayınlanan acıklı çikolata reklamlarında
görüyoruz.
Tabii ki yurdumu, milletimi seviyorum, seveceğim!
Ama “özümden çok” biraz abartılı değil mi? Bir
Alman’ın Almanya’yı sevdiği kadar sevsek olmaz mı? Belki Almanya
kadar müreffeh oluruz. Ya da bir Japon’un Japonya’yı sevdiği kadar
sevsek olmaz mı? Belki Japonya kadar teknolojik oluruz.
Ülküm tabii ki yükselmektir, tabii ki
ileri gitmektir!
Ama bunun için “yükselmek ve ileri
gitmek” konularında anlaşmak zorundayız. Mesela ben
“yükselmek” denilince insan hakları bayrağının en
tepeye dikilmesini anlıyorum. “İleri gitmek”
denildiğinde “vicdanı hür, irfanı hür nesiller” anlıyorum. Herkes
böyle mi anlıyor? O zaman anlaşırız canım, ne olacak?
Tabii ki Atatürk’ün yolu hiç durmadan yürümeye değecek bir
yoldur!
Suriye’ye bakınca... Irak’a bakınca... Ortadoğu’ya bakınca...
Mezhep savaşlarına bakınca... Barbarlıklara bakınca... Terör
örgütlerinin neşet ettiği ortamlara bakınca... Suriye’nin İstanbul
Konsolosluğu’na bakınca... IŞİD’e bakınca... Emperyalist
vurdumduymazlıklara bakınca... Başka yol var mı ki
gidecek?
Varlığım Türk varlığına armağan olsun!
Olsun olmasına da... Dünyanın ilk 500 üniversitesi içinde
üniversitelerimiz yer alamıyorsa... Paramız başka paraların
karşısında pul olmuşsa... 90 senedir sistemimizi oturtamadıysak...
Müthiş bir cepheleşme içinde habire birbirimizle çekişiyorsak...
Hatta şu yemin metninden bile müthiş bir ayrılık gayrılık
çıkarıyorsak... Varlığımızı Türk varlığına armağan etmek için yemin
etsek ne olur yemin etmesek ne
olur?
Ne mutlu Türküm diyene!
Benim için hava hoş... Türküm... Ve sabahtan akşama kadar “Ne mutlu
Türküm diyene” diyebilirim. Hatta “Türküm demek için ille
de Türk olmak gerekmez... Türküm demek yeterlidir” diye
izahlara bile girişebilirim. Hatta ve hatta Alman olmaktan, Fransız
olmaktan gurur duyanları örnek gösterebilirim. Ama bütün bunlar,
“Ne mutlu Türküm diyene!” cümlesinin birileri
nezdinde yol açtığı sorunları gidermeye yetmiyor ki! Keşke yetse...
Keşke... Ah keşke!
YOKSA İŞİN İÇİNDE FETÖ PARMAĞI MI VAR?
DANIŞTAY’ın verdiği “ANDIMIZ” kararı...
Şu üç şeye vesile olma potansiyeli taşıyor:
BİR: AK Parti ve MHP ittifakını çatlatmak için
çaba sarf edenlere müthiş bir gün doğmuş durumda... Bu ittifak
bitsin diye uğraşanlara, Danıştay çok muhteşem bir
armağan sunmuş durumda.
İKİ: HDP ile CHP arasındaki yakınlaşmanın ortasına
tam anlamıyla bir bomba yerleştirilmiş durumda... Patlar mı,
patlamaz mı bilmem ama bombanın yerleştirildiğini rahatlıkla
söyleyebilirim.
ÜÇ: Epeydir unutulan “Ergenekon”, “Kemalist
rejim”, “derin devlet” türü laflar yeniden ağızlara sakız olmuş
durumda... Sinmiş olan ‘Yetmez ama evet’çi kesim, aylar sonra ilk
kez kafayı rahatça çıkarmaya başlıyor.
Var ya...
Eğer komplo teorilerine azıcık da olsa yatkın olsam...
Eğer büyük resmi görmeye bir miktar meraklı olsam...