Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir “mümin” olan ve bu niteliği dünyaca bilinen Muhammed Ali’nin (bir Müslüman kardeşinin) cenaze törenine katıldı.
Katılmasa mıydı?
İnsanî (ve aynı zamanda dinî) bir vecibeyi yerine getirdi.
Bir komşunun cenazesine gider gibi...
Bir akrabanın...
Bir tanıdığın...
Sorumluluk hissederek gitti, cenaze namazında saf tuttu, duasını okudu. Ortada, “profesyonel yas tutucu ve cenaze töreni levazımatçıları”yla paylaşabileceği bir acı bulunmadığı için, taziye mahallinden ayrıldı.
Şirketin tedarik ettiği profesyonel yas tutucularıyla hangi ortak duyguda buluşacaktı? Daha ilk dakikalarda eli-başı oynamaya başlayan bir “şirket hahamı”yla hangi acıyı paylaşacaktı?
Bu nedenle, bir mümin olarak (bir Cumhurbaşkanı olarak değil, bir mümin olarak) üzerine düşen “vazife”yi tamamladıktan sonra ülkesine döndü.
Hepsi bundan ibarettir.
Dolayısıyla, Louisville’a yapılan geziye maksadını aşan anlamlar yüklemenin, bu ziyareti dış politika kıstaslarıyla değerlendirmenin ve buradan bir “dış politika başarısı” ya da “dış politika başarısızlığı” süzmenin, “iyi ki ziyareti yarıda kesti” ya da “zaten ne işi vardı orada, az kalsın ülkemizin imajı zedeleniyordu” şeklinde cümleler kurmanın âlemi yok.
Sevgili ağabeyimiz gücenmesin ama işin içine Davos’u ve “van münit”i karıştırıp, birtakım panik cümleleri kurmanın da âlemi yok.
Çünkü ortada, başarı ya da başarısızlık diye değerlendirebileceğimiz bir durum yok.
Bir “cenaze töreni” var sadece.
Hepsi bu.
Büyük kentlerin ve modern hayatın yabancılaştırdığı ruhlarımız, “cenaze törenine katılmak” olarak adlandırılabilecek bir eylemin, sadece “cenaze törenine katılmak olduğu” ve başka da bir şeyi imlemediği gerçeğini kavramakta güçlük çekebilir.
Bunu mazur görmek lazım...
Rüzgârda uçuşan tüy, sadece rüzgârda uçuşan bir tüyü anlatıyordur. Yönetmen, özel olarak, bize bir şey söylemeye çalışmıyordur.