Aradığım ilk cümleyi bulabilirsem, bu yazı tamamlanacak gibi... Bir gün önce, zor şartlar altında ve öksürüklere boğularak Ülke TV’ye gitmiş, Hasan Abi’yi anlatmaya çalışmıştım.
Vefat ettiğinde yanı başında bulunan Turgay Güler’i dinleyince içim burkuldu. Nasıl derler, ölmeye gitmiş gibi... Ölmek için yer arıyormuş ve bulmuş gibi...
Hasan Abi’yi anlatmaya başladığınızda, yüzünüze bir tebessüm kondurmanın gerekiyor. “Birazdan duyacaklarınızdan ben sorumlu değilim” diyen bir tebessüm... “Bakın burada bir insan var ve sizin bildiğinizden farklı” diyen bir tebessüm.
Yusuf Ziya Cömert ve Hasan Öztürk’le zaman zaman konuşurduk.
Bunlar, daha çok ‘Hasan Abi’li anekdotlar olurdu.
Yusuf Ziya’nın fıkralarla kurduğu iletişim dili ve Hasan Abi’nin hazırcevaplığı eşsiz bir muhabbet ortamı oluştururdu. “Anlatılmaz, yaşanır” denir ya... O cinsten bir muhabbet ortamı. Bir insan, dakikalarca, saatlerce ilgisini dağıtmadan gülebilir mi? Olabilir mi böyle bir şey. Hasan Abili bir meclisteyseniz, olur.
Bir Ankara yolculuğunu hatırlıyorum.
Karlı bir havada minibüse doluşmuş, Ankara’ya doğru gidiyoruz. Mustafa Karahasanoğlu, Yalçın Turgut, Hasan Hüseyin Maden, Atilla Özdur, Kemal Güler, Yılmaz Yalçıner... Niye gittiğimizi bilmiyorum. Bir yazarımızın duruşmasına yahut bir toplantıya katılacağız. Belki de Dilipak’ın Genelkurmay başkanlığı’ndaki duruşması... Sanık olduğu halde, “Sakallısın, içeriye giremezsin” demişlerdi. Yaşar Kaplan’ın duruşması da olabilir. Diyorum ya, bilmiyorum, üzerinden çok zaman geçmiş.