İsrail’e hiç gitmedim... Merak da etmedim. İsrailli yazarların
metinlerinde okumaya/anlamaya çalıştım bu yapay/modern
tahammülfersa ülkeyi... Anladım
ki, “Zeytindağı”nda zikredilen güzelliklerin
yerinde beton bloklar yükseliyor; “sarı
sıcağa” teslim olmuş sıkıcı ve kasvetli yerleşim
bölgeleri...
Bana inanmıyorsanız, Tel-Aviv’le ilgili belgeselleri izleyin, fotoğraflara bakın... Efrahim Kishon’un “hayattan yalıtılmış” dediği modern binaları, modern caddeleri, sıkıcı bulvarları göreceksiniz. Ve dini kisveli idealist Yahudiler;“Yabancı gibi görülürüm, dikkat çekerim” endişesiyle, yapay bir özgüvenle kaldırımlarda turalıyor...
İsrail’i “uzaktan” böyle gördüm.
Gitsem kanaatim değişir mi?
Sanmıyorum.
Bir defasında bir gezi fırsatı çıkmıştı. Bizzat İsrail’in düzenlediği bir “tanıtım organizasyonu” olduğu için reddettim. Bugünkü aklım olsa, “Sizi tanıyoruz. Yapay ülkenizi biliyoruz. Bizi işgal ettiğiniz topraklarda dolaştırarak neyi tanıtlamak istiyorsunuz?” diye sorardım.
Kudüs’e gitmeyi çok istedim ama...
Bitmeden, bitirilmeden Kudüs’ü görmek... Çünkü haydut İsrail devleti her gün kemiriyor bu kutsal mekânı, Mescid-i Aksa’nın altını oyuyor, sağa sola utanç duvarları dikiyor, şehrin kalbinde beton bloklar yükseltiyor ve “elde kalan son parçayı” yağmalayarak bitirmeye çalışıyor.
Hasan Öztürk ve Halime Kökce, Kudüs’ü görmek istediler.
Bir yardım kuruluşuyla birlikte (aralarında TRT’de çalışan gazeteciler de vardı) Tel-Aviv’e uçtular.