Küfrederler... Yapabildikleri sadece bu... Bir de lakap takarlar. Lakap takmak, onlara, “eski kuşaklar”dan kalmış şerefsiz bir mirastır.
Ben söylemiyorum.
Ertuğrul Özkök söylüyor.
Bir zamanlar “Özköşk” diye anılmaktan şekvacıydı. Özal’a duyduğu orantısız hayranlığın (ve yaptığı güzellemelerin) sonucu olarak böyle bir lakapla taltif edilmişti ama hiç mutlu değildi. “Beni eleştiriyorsunuz, yerden yere vuruyorsunuz, tamam yapın ama bu Özköşk de nerden çıktı?” demeye getiren ağlak yazılar yazıyordu ve insanları, rikkate, özene, duyarlı olmaya çağırıyordu.
Haklıydı... Bu Öşkök de nerden çıkmıştı?
Derken, Özal dönemini tamamladı, Çankaya’da “Baba” dönemi başladı.
Ertuğrul Özkök’ü, bu defa, “Baba’nın adamı” olarak gördük.
Hayır, “Babasının oğlu” türünden isimlendirmelere muhatap olmadı ama “Leydi güzellemesi” yaparken yakalandığı için, buraya almakta imtina edeceğimiz başka yakıştırmalarla anılmaya başladı.
İki kapıyı da sağlam tutuyordu...
Hem Baba’ya yönelik orantısız övgü ve sevgi, hem de nerden zuhur ettiğini bilmediğimiz Leydi (yani Tansu Çiller) hayranlığı. Hemen aklıma, “Leydi’nin topuk sesleri” başlıklı utanç yazısı geliyor. Normal bir insanın yüzünü kızartacak bu yazısında Özkök, Leydi’nin başımızda olmasını neredeyse Allah’ın bir lütfu olarak değerlendiriyordu.