Üniversite eğitimini ‘80 öncesinde, İstanbul’un en ‘belalı’ okullarından birinde yapan ve dönemin vahametini iliklerine kadar yaşayan biriyim.
Dini ve milli değerlerimize saldırmak modaydı. Bırakın dindarlığı, millî duruşu, üniversitelerde ve ‘aydınlar’ diyarında “Allah” demek bile suçtu.
4 yıl boyunca namazlarımı; müstahdemin çok değerli müsamahasıyla, 2. bodrum kattaki kazan dairesinde kılmıştım.
İşte “öz yurdumuzda garip, öz vatanımızda parya” olduğumuz o günlerde bizi ayakta tutan Üstad Necip Fazıl gibi milli abidelerimizin ‘iksir’leri olmuştu.
Abdülhamit Han’ın ‘Kızıl Sultan’ değil, bir ‘Ulu Hakan’ olduğunu muhterem Kadir Mısıroğlu’ndan öğrenmiştik.
İşte geçen yıl çiçeği burnunda bir Star mensubu olarak katıldığım ilk Necip Fazıl Ödülleri’ni bu duygu ve düşüncelerle izlemiş, muhteşem bir başlangıç olduğunu düşünmüştüm.
Bu ödüller şimdi daha önemli...
Dün akşam Necip Fazıl Ödülleri ikinci defa sahiplerini buldu.
Ev sahipliğini ben yaptım diye söylemiyorum ama bu ödüller şimdi çok daha önemli bir hale geldi.
Çünkü bugün millî ve manevi değerlerimiz, 70’li yıllardakinden çok daha çeşitli ve çok daha şiddetli saldırılarla karşı karşıyadır.
Adeta bir ‘iç savaş’ın yaşandığı ‘80 öncesi dönemde bile bu boyutta bir Türkiye düşmanlığına şahit
olmamıştık.
Geldiğimiz noktada, ‘Sovyetler Birliği’nden beter bir Rusya’nın en yakın müttefiklerini içimizdeki Türkiye düşmanları oluşturuyor.
PKK terör örgütü artık “Kürtler için” çalıştığını iddia edemeyecek kadar açık biçimde Türkiye düşmanlarına uşaklık yapıyor.
Hatta siyasi uzantıları Demirtaş, başkent başkent dolaşarak bu taşeronluğu daha iyi pazarlamaya çalışıyor.
Bu kadar mı?..
Düne kadar kendilerini ‘himmet ehli’ olarak lanse edip devletin ve toplumun namütenahi imkanlarıyla semiren ve dünyaya yayılan bir ihanet şebekesi şimdi o kadar savruldu ki artık Türkiye düşmanları için birer ‘hizmet ehli’ne dönüşmüş durumdalar.
Bu nasıl bir cinnettir.
Türkiye düşmanlıklarının adını “Erdoğan düşmanlığı” koyan bu zavallılar nasıl bu kadar aymaz olabiliyorlar?