Kendisiyle bir kez müşerref olabildik. 90’lı yılların ikinci yarısı... 28 Şubat’ın ufuneti henüz başlamamıştı ama kamuoyu istikbaldeki “din devleti tehlikesiyle” yatıp kalkıyordu. Muhataralı günlerdi yani...
Röportaj yapacaktık.
Divanyolu ya da Klodfarer’in oralarda bir yeri adres olarak vermişti. Erdal Şimşek’le birlikte gittik. Ajans gibi bir yerdi, aklımda yanlış kalmadıysa. Girişte, gazeteci Nadire Mater’le karşılaştık. “Ertuğrul Bey içeride” dedi. İçeri geçtik.
Ertuğrul Kürkçü bekliyordu gerçekten de.
Biraz ürperdiğimi itiraf etmek zorundayım. Çünkü, hakkındaki tevatürlerle büyümüştüm ve bir “efsane”yle karşı karşıyaydım. Uzak ve başka bir evrenin insanıydı. Değişik ve bazılarına göre de “ulaşılamaz” biriydi.
Oturduk. Röportajımızı yaptık.
Sonra sohbet faslına geçtik. Nadire Mater de eşlik etti.
Ertuğrul Kürkçü, bilmediği dünyanın bilmediği insanlarını (yani biz gericileri) merak ediyordu. Sorduğu sorularla açıklıkla, bazen de sorunun saçma sapanlığına vurgu yapan hatırlatmalarla cevaplar verdim. “Siz ilginç birisiniz” dedi. “Nasıl yani?” dedim. “Bilmiyorum. Ötekilere hiç benzemiyorsunuz” dedi.
İçimden, “Hayatınızda kaç tane öteki tanıdınız?” diye sormak geçti ama bunun yeri değildi. Beni övdüğünü zannediyordu. Beni övdüğünü zannetmemi istiyordu. Belki de “farklılığıma” vurgu yaptığı için bundan hoşlanacağımı düşünüyordu.
Hem hoşlandım, hem rahatsız oldum.