Hande Fırat’ı tanımam... Gazeteciliğine saygı duyarım ama... Cumhuriyet resepsiyonunda bir ara gözüme çarptı, “gidip tebrik edeyim” diye içimden geçirdim; darbe gecesi üstlendiği rol bir tebriki hak ediyordu çünkü.
Sonra gözden kaybettim...
Daha doğrusu, araya bir müptezel girdi.
Hani, Cumhurbaşkanı’nın uçağında “telif pazarlığı” yaptığımı iddia eden ama o uçaktan hiç inmeyen, uçağa alınmadığı kısa bir dönemi sinir krizleri içinde geçiren zat...
Birden önümde belirince, gözden kaybettim Hande Fırat’ı.
Hem tebrik edecektim, hem de “Patronumuz bize dedi ki, demokrasinin yanında duracaksınız” sözünü fazla ortalarda dolaştırmamasını söyleyecektim...
Çünkü “Patronumuz bize dedi ki...” sözü (Aydın Bey’i yakından tanıdığımız ve eserleriyle yaşadığımız için), hoş bir şaka olabilirdi ancak.
Elbette patronu aleyhindeki bir uyarıya hoş gözle bakmayacaktı, sözlerimi hoş ve boş bir temenni olarak karşılayacaktı ama durum tam da söylediğim gibidir... Aydın Bey’in demokrasi diye bir derdi yoktur. Bu kavramla bir ünsiyeti de yoktur. Bugüne kadar, irtibatları ve angajmanları ne vazettiyse, o doğrultuda hareket etmiştir. Hep bu rasyonalite (!) çerçevesinde bakmıştır meselelere. Angajmanları, bir diğer ifadeyle “mecburiyetleri”, iş ortağı Donald Trump’ı bile sattırmıştır ona.
Burada bir sürpriz yok.
Sürpriz şurada:
Ne zaman 15 Temmuz girişiminden bahis açılsa, Aydın Doğan’ın maaşlı memurları, “demokrasi, demokrasi” diye inleyen müthiş bir Aydın Doğan portresi çiziyor.
Hemen hepsinde de aynı nakarat: “15 Temmuz gecesi Aydın Bey aradı, dedi ki, ‘Ne olursa olsun, darbeye direneceksiniz, demokrasinin yanında olacaksınız, meşru hükümeti savunacaksınız.’ Biz de bu buyruğa uyduk...”