Kaç yıldır mesleğin içindeyim. Muhataralı dönemlerden geçtim. Yüzlerce, binlerce insan tanıdım. Karakterlerin ve kişiliklerin nasıl kırıldığına şahit oldum.
Nasıl bir ülkede yaşadığımı, kırılganlıkların hangi koşullarda ortaya çıktığını bildiğim için de, hiçbir şeye şaşırmadım.
Evet, artık hiçbir şey şaşırtmıyor beni ve “insani” olan her tutumun, her kırılmanın, her dönüşümün kendi içinde tolere edilebileceğini, tolere edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Fakat böylesini görmedim.
İlk elde aklıma gelen ağır sıfatlandırmaları bir kenara koyuyorum. En ağır sözcüklerle mukabeleyi hak eden bir “karakter”le karşı karşıya bulunduğumuz gerçeğine rağmen...
Bir “insan”dan değil, bir “karakter”den söz ediyoruz çünkü.
Bu “karakter”in ismi Can Dündar...
İçli, romantik, bizi duyarlıklardan duyarlıklara sürükleyen buğulu ses tonuyla dünyamızda yer edinmiş bu “karakter”in içinde, türü belirsiz bir “varlık” gizliymiş.
İnsan, “yalancılığı” tescil edildiğinde, utanır, üzülür, ne bileyim, durumu toparlamaya çalışır.
Bu “karakter”in pervası yok. Utanması da yok...