Kendisini kurtarmak, içine düştüğü durumu değiştirmek, bir müşkülünü gidermek için yalana başvuran insanı, hoşumuza gitmese de, bazen “toleransla”karşılarız ve ona karşı, yine hoşumuza gitmese de, anlayan ve kollayan bir dil geliştiririz.
Kısacası, önemsemeyiz yalanını...
Kronik yalancılığın (bir “refleks” olarak ortaya çıkan palavracılığın ve abartmacılığın) bu yazıda yeri yok. Mizahın ve psikiyatrinin konusudur bu.
Bizi bu yazı bağlamında, sistematik yalanı bir “tutum”a dönüştüren ve onun üzerine siyaset bina eden “kasıt sahipleri” ilgilendiriyor.
Bir “kasıt”la yalana başvuran ve bunu sistemleştiren kişinin nasıl bir halete sahip olduğuna bakarız.
Başka bir “durum” ararız orada.
Bakarız ve rahmetli Cahit Zarifoğlu’nun söylediği gibi, tanımakta güçlük çekmeyiz.
Evet, kaç yıldır bakıyoruz ve artık tanıyoruz... Wolfowitz’e mikrofonluk yapmak dışında “ayırıcı” bir vasfı bulunmayan arkadaşı kaç yıldır gözlemliyoruz ve hiç şaşırmıyoruz.
Dünkü yazımda kulağını çınlatmıştım biraz... “Olur mu hiç?” diyordu, “Hiç İslam kardeşliği Kürt meselesini çözer mi?”
Evet, “sorun çözücü” bir işlev yüklediğinizde, “İslam kardeşliği” lafzı maksadının dışına çıkıyor ve klişe bir ifadeye dönüşüyor ama başımızdaki gaile sadece “Kürt meselesi” değil... Kürt meselesi derken, aynı zamanda Kürtlerle Türkler arasında yaratılmak istenen “sorun”dan, yani Kürtlerle Türkleri karşıtlaştıran ve düşman kılan bir meseleden de söz ediyoruz. Yaratılmak istenen bu soruna karşı, “İslam kardeşliği” önermesi çözüm olmayacak da, ne olacak?
Bin küsur yıldır bir arada yaşayan, ortak derdi olan, ortak hedeflere yönelmiş, neredeyse etle tırnak olmuş bu unsurları KURU Marksist sloganlarla mı bir arada tutacaksınız? Dirliğimizi, birliğimizi, kardeşliğimizi dışlama temeli üzerine kurulmuş “ideolojik kabuller”le mi sağlayacaksınız?
Dün kulağını çınlatmıştım ama bugün hak ettiği şekilde, Allah ne verdiyse yükleneceğim.