Paris’i görmedim... Hemingway’in de eğleştiği kafede oturup gençliğime, hayallerime ve kitaplarıma dalmadım... Diyarbakır’a gittim ama... Suriçi’nde eğleştim.
Rahmetli Tahir Elçi’nin kurşunlandığı sokaktan vurup Bıyıklı Mehmet Paşa Sokağı’na dalıyorsun... Bıyıklı Mehmet Paşa mıydı gerçekten? Aklımda öyle kalmış. Daralan genişleyen sokaklar, labirentimsi geçişler...
Dört Ayaklı Minare’nin oralarda, Keldanilere ait bir kilise olduğunu söylemişti mihmandarımız. Dikkatsiz bir gezgin olduğum için göremedim. Sadece “Bıyıklı Mehmet Paşa” ismi kalmış aklımda. Daha güneyde bir Protestan kilisesi... (Bir ses, “Bir zamanlar bütün dinler barış içinde yaşıyordu bu kadim şehirde” diye ünlüyor. Bir zamanlar böyleymiş... Şimdi “farklılıklara” hayat hakkı tanımayan ve labirentlerin de gizleyemediği bir “çöl resmi” var karşımızda. Sokak başları yangın yerini hatırlatıyor. Hendekler, barikatlar... Kesif biber gazı kokusu... Umutsuz ve yılgın çehreler...)
Upuzun, daracık ve sık sık eski yapılarla kesilen (kapanan) yolda ilerlediğinizde Kurşunlu Camii’ni buluyorsunuz. Süleyman Nazif İlkokulu’na bakan tarihi cami... Ketenci Sokak. Üçok sokak. Ve Suriçi’nin alametifarikası sayılan çıkmaz sokaklar. Sokalar birbirine benziyor hep. Masalsı, büyülü ve “gerçek ötesi” bir dünyaymışsınız hissi veriyor...
Surların dışını da göstermişti mihmandarımız.
Dicle’nin kıyısı...
Diyarbakır bağları...
İstanbul’a döndüğümde “Bıyıklı Mehmet Paşa”ya bakmıştım internetten.
Bir Kürt paşası...