Biz neye şaşırıyoruz?
Teknik olarak bir isim o göreve hangi usulle gelmişse aynı
usulle gider. Atamada da böyledir.
Şaşırmak için şöyle bir şey olması lazımdı: Partinin genel
başkanlığı boşaldıktan sonra kıran kırana mücadele olur, adaylardan
biri şu kadar oy alır, öbürü bu kadar oy alır, çok oy alan genel
başkan olur. Hükmettiği delege sayısı kadar parti içinde, aldığı oy
ve kazandığı milletvekili sayısı kadar da parlamentoda ağırlığı
olur.
Böyle bir şey yok. İşaretle seçilmiş, partide ağırlığı olan başka
birisi adına usulen seçilmiş -ki teknik olarak tam karşılığı tayin
edilmiş- şu sebeble bu sebeble uyum sağlayamamış veya tayin edenin
iradesine uymamış, gidiyor.
Bakan değişikliği gibi.. Güç dengesi ile bir ilgisi yok.
Tıpkı 923-950 döneminde olduğu gibi. O dönemde başbakanların geliş
gidişinin bir önemi var mıydı?
Mehmet Barlas yıllar önce bir anekdot anlatmıştı.
Bayar, Başbakan olarak atanınca cumhurbaşkanına çıkıp sormuş:
-Benim yetkilerim ne?
Cumhurbaşkanı;
-Büyükelçileri ben atarım. Dış politika benim işim. Valileri,
emniyet müdürlerini ben atarım. Geri kalanlara sen bak, demiş. O
dönemde de milletvekillerinin bir önemi yoktu.
Bu sağlıklı bir yol mudur, değildir.
Ama itiraz ederken tutarlı olmak lazım. Bugünkü fiili yapıda
Başbakanın kim olacağının önemi yoktur. Varsa da tayin edenin
sorumluluğundadır.
Bu şartlarda parti içinde taraflardan da sözedilemez.