Bir yönüyle baktığımızda TBMM Başkanı İsmail Kahraman çok normal şeyler söylemiştir. Evet sistem içinde Diyanet vardır, zorunlu din dersleri vardır, dini bayramlar resmi tatil günleridir, İslam İşbirliği Teşkilatı’na üyeyizdir, Milli Eğitim bünyesinde İHL’ler vardır vs.
Yani “Laik sistem” bütün bu dini aidiyetleri kendi bünyesinde bulundurmaktan kaçınmamıştır.
Sistem kuruluş safhasında belki bütün bu alanlarla, “toplumun din ile ilişkisini denetim altında tutmak” amacıyla ilgilenmiştir ama bir yönüyle de toplumun Müslüman karakterini dikkate alma zorunluluğunu görmezden gelmesinin mümkün olmadığını da düşünmemiş olamaz.
Başkan Kahraman’ın sözüne bir başka yönüyle baktığımızda da bir “tabu”ya dokunulduğunu ve Anayasa değişikliği gündemde iken “tabu”ya dokunuşun tartışmaları o alanda yoğunlaştırmasının kaçınılmaz olduğunu görmek gerekiyor.
Pusuya yatmış ve “Laiklik” gibi tabu alanlar ne zaman gündeme gelir de biz harekete geçeriz hesabında olanların, aradığı fırsatı bu vesileyle bulduğu da bir başka görülen durumdur.
Ancak laiklik alanının bütün tabu niteliğine rağmen, Türkiye’de en tartışmaya açık alan olduğu da bir gerçektir.
“Toplum hayatını düzenleyen boyutlardan arındırılmış bir din” ve o dinin kurumsal yapısı olan kilise ile ilişkilerini yüzyıllar içinde düzenleyebilen Fransa’nın, bunu hala belli ölçüde ve hala sancıları barındıracak çerçevede yapabildiğini biliyoruz. Bu “hala”ları not ediyoruz çünkü orada bile “daha özgürlükçü bir laiklik arayışı” bitmiş değil. Üstelik problem Hıristiyanlar yanında Müslümanları da ilgilendirecek bir boyut kazanmış bulunuyor.
Türkiye’de ise Cumhuriyet’in başından beri problem vardır. Tek Parti iktidarının aynı zamanda bir “Din reformu” yapmak istediğini Falih Rıfkı Atay yazar. Laiklik 1937’de girer anayasaya ama öncesinde de İslam ve Müslüman üzerinde operasyonlar yapılır.