Camiler boş ve ıssız kalmış. Sokaklarda telaşe yok. Balkonda veya pencere önlerinde akşam ezanını bekleyen çocuklar da kaybolmuş. Evlerde heyecan yok. Mutfaklar tenha. Minareler ışıksız, camiler mahyasız. Gecenin karanlığını yırtan davul sesi susmuş. Geç saatlere kadar parkları dolduran çocuklar ortada yok. Pidecide kuyruk yok, hatta kimse yok. Pide kokusu, sokaklara taşan o güzel koku uçup gitmiş. Havanın kararması kimsenin umurunda değil. Kimse saatine bakmıyor, kaç dakika kaldı diyen yok. Akşam ezanıyla şenlenen sofra yok. Masa bomboş. Büyük bir boşluk, sanki yer yarılmış da büyük bir kovuk oluşmuş gibi derin bir boşluk var.
İftar sofrasında vazife almak için yarışan kaşıklar, çatallar, bardaklar, tabaklar üzgün ve sessiz. Onlar için en büyük, en yüce bir görevdi iftar sofrasında hizmet etmek. Belki de iftarı bilmeyen, tatmayan bir insanoğlundan daha yüceydi şuursuz ve cansız bir bardak. Bardak deyip de geçmeyin. Onun kadar şanslı kimse yoktur. Orucunu açmak için bekleyen herkesin elinde bir bardak ve bardakta soğuk su vardır. Evet, bir de su olmak vardı. Orucun bittiğine, ibadetin nihayete erdiğine bardak şahit oluyordu. Bardağın şahitliği…
Akşam ezanıyla birlikte orucunu açan bir kulun elinde bardak olmak, o bardakta su olmak… Allah rızası için saatlerce aç kalan bir bedene ilk önce bir bardak su giriyor. Tertemiz bir bedene, oruçla temizlenen bir bedene ulaşan su. Ey su, sen ne aziz bir şeysin! Su mu temiz, yoksa oruçla arınan beden mi? Belki de suyun arzusu oruçla temizlenen bedene girmek ve temizlenmekti. Suyun şahitliği…
Oruçlu insanların toplandığı bir masa ve masada yemekler. Hem masa hem de yemekler ibadetteydi. Oruca ve oruçluya hürmet etme derdinde olan bir masada şuursuz ve ruhsuz bir varlık iken, insanî bir hüviyete vasıl olmak azminde ve arzusunda olan nebatat. En şanslı karpuz, oruçlu bir bedenle buluşan karpuzdur. Oruçlu bir bedene kavuşan karpuz, karpuz olmaktan çıkmış, artık insanî bir vasıf almıştır. Karpuzun hücreleri, zerreleri insan hücrelerine karışmıştır. Kâinatta her varlığın mutlaka bir tekâmülü vardır. Fenâ-fil-insan olan meyveler… En büyük tekâmül buydu onlar için. Meyvelerin şahitliği…
Teravih için bekleyen camiler… Minarelerin rengârenk ışıkları… Şadırvanların şırıl şırıl akan suyu… Avlulardan göğün sonsuzluğuna uğurladığımız tatlı yorgunluklar ve çocukların koşuşturmaları… Tütsüler yayılırdı, derin nefes alır huzura ererdik. Camilerden taşan dualar yeryüzüne yayılırdı. Camilerin şahitliği…
Mübareğin bugün bilmem kaçıydı türünden sayılan oruç… Oruç saymak, oruçlu günü saymak değildi. Orucu saymak demek, ona hürmet etmek demekti. Zira gün gün sayarsak saygısızlık olur, orucu üzerdik. Ancak orucun hatrı sayılmalıydı. Öyle de olmuştu. Çünkü bazen Ramazan’ın kaçı olduğunu karıştırırdık. Belki de sona geliyordu mübarek ama zihnimizden geçirmek istemezdik. Oruç bizi tutmuştu. Hırs, kin, nefret, kıskançlık, yalan, iftira, çekememezlik, haram ve günah… Orucun karşısında bir bir yok oluyordu. Oruç kalkandı, koruyordu. Orucun şahitliği…