Modern çağın insanı ne kadar da meşgul! Her yere, her işe koşuyoruz. Yoğunuz. Doluyuz.
Kalabalıklarla akıp gidiyor hayat. Kendimizi atıyoruz şehrin orta yerine. Kendimizi unutuyoruz böylece. Gün doğumuyla yeni umutlar doğmuyor artık. Yarına uyanmamak ister gibi bir halin içindeyiz. İşe, sokağa, alışverişe her yere bir koşuşturmanın içinde yetişmeye çalışıyoruz. İhmallerle dolu hayat bizi bir yerlere götürüyor. Hep götürüyor, geri getirmiyor.
Ey insan, nereden geldin, vazifen nedir, nereye böyle? Bu sorularla muhatap olmaktan kaçar olduk. Dünyanın tatlı yüzüne kanar olduk. Biraz çekilsek nasıl olur? Biraz, sığ limanlarda dinlensek. Dinlesek içimizi kemiren sesleri.
Öyle bir hengâmenin içinde kaldı ki ruhumuz. Unutuyoruz. Evet, bir ruh taşıdığımızı unutuyoruz. İhmal ediyoruz ruhumuzu. Hep bedenimizle yaşıyoruz. Maddî şeyler. Gözümüzün gördüğü, dilimizin tattığı, dokunduğumuz şeyler. Zahirî dünyadan ibaret değil ki hayatımız. Ne yazık ki biz iyice aldandık sanırım.
Yalnızlık, çile, tecrit ve tefekküre ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. İnsan her yere yetişmemeli. Bir şeyler de sensiz olsun. Bunu bir dene. Görünme. Duymasınlar, görmesinler, özleniyor musun, bunu bekle.
İnsan sosyal varlıkmış. Evet, doğrudur ama insan, önce insandır! Dağların, taşların yüklenmekten kaçtığı yükü omuzlayan insan! Bazen gerçek vazifemizi unutuyor muyuz? Çok oluyoruz, çok! Yeter, diyebilmeliyiz. Saldırdıkça saldırıyoruz dünyanın üzerine. Dünya da muzdarip bu durumdan. Dünya kaçıyor, biz kovalıyoruz. Evet, halimiz hiç iyi görünmüyor. Bunu kim mi, dedi? Anlatayım: