Kudüs’ü edebiyatımızda her yönüyle işlemek bizim için mecburiyettir. Edebî eserler yazıldığı dönemin aynasıdır. Kudüs’ü yazdıkça, Kudüs’ün yalnızlığını ve mahzunluğunu idrak edeceğiz. Kudüs’süz bir edebiyat tarihi sığdır.
Geçen hafta yazımızı “Kudüs edebiyatı I” başlığıyla kaleme almıştık. Gördük ki biz Kudüs dedikçe, Kudüs konusu gündemde kalmaya, belleklerimizde yer etmeye devam ediyor. Neyi çok murat ediyorsanız, onu çok kereler dillendirmek zorundasınız. Bunu sözümüzle, kalbimizle ve eylemlerimizle sürdüreceğiz. Kudüs bizim muradımızdır.
Kudüs’ün çağdaş edebiyatımızda 60’lı yıllarda Filistin davası ile birlikte işlendiğini ifade etmiştik. Eski edebiyatımızda dînî eserlerde, seyahatnamelerde Kudüs anlatılmıştır. Daha çok miraç hadisesi ile anılan Kudüs, bir şehir, kültür ve tarih zenginliği açısından eserlere konu olamamıştır. Bu eksikliği gören günümüz yazar ve şairleri, Kudüs’ü dava olarak bilmişler ve İslamcı bir şuur ve bakışla Kudüs’ün özgürlüğünü savunmuşlardır.
Yinelemek de fayda olacağı düşüncesiyle ifade etmek gerekir ki, Kudüs konusunda Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, M. Âkif İnan, Cahit Zarifoğlu öncü olmuşlardır. Bu isimlere önceki yazımızda ayrıntılı değinmiştik. Bu isimlerle oluşan İslamcı şuur, aynı zamanda İslamcı bir edebiyatın da doğuşuna vesile olmuştur. Kudüs konusu da bu şuur ile yazı ve şiirlerde işlenmiştir.
Nuri Pakdil’in “Tûr Dağını yaşa/Ki bilesin nerde Kudüs/Ben Kudüs’ü kol saati gibi taşıyorum” dizeleri bile başlı başına bir Kudüs mefkûresidir.
Yedi Güzel Adam’ın şairi Cahit Zarifoğlu’nun şu dizeleri Kudüs’le beraber tüm İslam coğrafyasının yalnızlığını dile getirir: