Bu köşede daha önce de yer almış şu satırları, bir tarif okur gibi dikkatle okuyun.
“Kimilerinin şiarı şudur:
'Bir toplumun ya da topluluğun çıkarları gerektiriyorsa, hiç bir ölüm, cinayet, mağduriyet, haksızlık, gayrimeşruluk önem taşımaz, hak ve özgürlüğe dair ilkelerin anlamı olmaz...
Bu şiarın sahibi, ister siyasetçi, ister tarihçi, ister devrimci, ister cemaatçi, ister milliyetçi olsun, ister şu ya da bu haklı davanın yandaşı olsun, ahlaken özünde faydacıdır, strateji denilen algı hastalığının esiridir...
Benim ahlakım bunun tersidir...
Hayata bakışım, tek tek ve her özgürlük arayışına saygılı, insani, hukuki, evrensel değerleri tahrip eden her iktidara karşı tavizsiz olma üzerine kuruludur.
Bu, basit, ama zor bir tercihtir...
Ama demokratik tercih budur'...”
Yukarıdaki satırlar Michel Foucault'ya ait.
Felsefeci, Humeyni İran'a ayak bastığında 'olan'ı anlamaya çalışmasına, “olan karşısında” kendi ahlakına göre tavır almasına, bunun betimlemesine Fransa'da yağan aydınlanmacı lanet ve hareket karşısında sarf etmişti bu sözleri...
Bugün bu sözlerin her hangi biri için anlam taşımasının birkaç koşulu bulunuyor:
Mesafe, vicdan ve değeri içi içe sokabilmek... Baskı, taciz, tehdit karşısında düştüğü durumu, başkaları için üretmemek... Keskin inançlardan, siyasi pozisyon ve hayat tarzı hükümlerinden uzak durmayı bilmek...
***
Bu tür tartışmaların ve bugünün tartışmasının tam merkezine oturan bir kitap, John Stuart Mill'in, bundan 157 yıl önce, 1859'da yayınlanmış “Özgürlük Üzerine”adlı eseri son günlerde sık zikrediliyor. Halil Berktay, 9 yıl önce yayınladığı ve birkaç gün önce zikrettiği, bir yazısında Mill'i güzel özetliyor:
“Mill, toplumun birey üzerinde uygulayabileceği iktidarın sınırlarına eğilir. Başka bir deyişle, öncelikle bireyin toplum/devlet karşısındaki görevlerine değil, haklarına bakar. Kişi özgürlüğü, ancak başkalarına zarar vermemesi için kısıtlanabilir; asla “kendi iyiliği için” kısıtlanamaz.