Bir ülkede şu ya da bu nedenle kamu düzeni bozulup toplumun
merkezinde silahın, önlemin, tehlikenin egemen olduğu “daimi
güvenlik alanları” oluşmaya başladığı zaman, insan hakları, temel
hak ve özgürlükler açısından da sorunlar başlar.
Siyasi sorumluluk açısından gözler ve parmaklar, “yasal fiziki
şiddet tekeli”ni elinde tutan, bunu hukuk kurallarına göre
uygulamak zorunda olan devlete, kamu otoritesine döner. Her
ihlalde, her kaçakta, her ölümde bu durumun filli sorumlusu olsa da
olmasa da soru ona yönelir. Özellikle tedbirler dolayısıyla
sivillerin zarar görmesi, hak ve özgürlüklerinden mahrum kalması
durumunda, tüm şüpheli, şeffaf olmayan hallerde sorunun şiddeti
artar.
Temmuz ayından bu yana, Türkiye Güneydoğu illerinde bir kez daha
böyle bir evreden geçiyor.
Bu bölgede yaşananlara dair “devlet bilinçli ve planlı katliam
politikaları yürütüyor” gibi propaganda kokan kimi açıklamaları,
keskin inançlı ortalama solcu hurafelerini bir kenara bırakacak
olursak, bizde de güvenlik alanlarındaki kimi hak ihlali
görüntüleriyle ilgili soruların devlete yönetilmesi kadar doğal bir
şey olamaz. Nitekim öyle oluyor.
Bu, uzun süreli güvenlik alanlarının sistemin karşısına çıkardığı
faturanın birinci kalemidir.
Güneydoğu'nun kimi yerleşim alanlarında sağlık, gıda, eğitim
imkanlarını sınırlayan sokağa çıkma yasakları, kimin elinden
çıkarsa çıksın sivil ölümleri, tahrip edilen konutlar, ortada kalan
cesetler, tüzel kişiliği itibariyle attığı her adımdan ve bunun
sonuçlarından ve genel iklimden sorumlu, devlete yönelik soru ve
suçlamalara dönüşüyor. Çatışmaların sorumlusunun Kandil olması, hak
gasplarının ve ihlallerin onların stratejisinden ürüyor olması, bu
mantığı değiştirmiyor. Güvenlik alanları uzun süreli oldukça bu
sorunların artacağı da muhakkaktır. Yine de, işin bu kısmı
faturanın en hafif kalemini oluşturuyor.