Bu soru söz konusu olduğu zaman gözler, derhal hükümete,
Davutoğlu'na, Erdoğan'a dönüyor.
Bu, ilk bakışta kaçınılmaz, zira devletin işletmecisi onlar. Yetki
ve sorumluluk onlarda.
Fazlası da var. Bu tür sorunlarda, aldığı tavır ve kararlarla yeni
hamlelere kapı açan ya da kapayan, sorunun çözümüyle yükümlü olan
meşru ve yasal güç devlettir. Değişen koşullara uyum sağlamak, oyun
planını buna göre değiştirmek, adapte olmak ve yeni siyasi yollar
bulmak da öncelikle devletin işi ve görevidir.
Ancak bu şema her zaman gerçeklerle tam kesişmez.
Yeni dengeler ortada. Suriye'nin Kuzey'inde Türkiye sınırı boyunca
daha doğrusu PYD-PKK egemenlik sahası Kürt hareketinin taleplerini
de, Türkiye'nin tehdit algısını da değiştirdi. Kürt hareketi
tarafından bu bölgede uygulanan özerkleşme, kantonlaşma, nüfus
standartlaştırması politikalarının ilk iki ayağı Türkiye sınırları
içine taşındı. Dün Cizre'de, bugün Silvan'da yaşanan örgütün egemen
olduğu özerk bölge oluşturma hamlelerinden başka bir şey değil.
Yukarıdaki şemanın işlemesini engelleyen ana tıkaç budur.
Sorun devletin bu koşullar karşısında kendi başına ürettiği bir
siyasetsizlikten çok (ya da en az onun kadar) karşı tarafça
devletin siyasetsizliğe itilmesidir.
Siyasetsizliğe itilme, siyasi bir ünitenin, bir devletin doğrudan
varoluş nedenine yönelen ısrarlı, zorlayıcı fiili, silahlı
girişimler karşısında siyasi araçların yetersiz kalmasıdır.
Nitekim geldiğimiz noktada, dünün koşullarında pekala sorunları
çözebilecek bir siyasi araç olan adem-i merkeziyet esaslı bir yerel
yönetimler reformu bile bugün örgütün fiili ve silahlı egemenlik
arayışının yarattığı ağır bunalımı ortadan kaldıramaz haldedir. Bu,
gerek sorunun örgüt tarafından ve yeni dinamiklerle ülke sınırları
dışına taşması açısından, gerekse PKK'nın bölgede bir tür
“devletleşme” hamlesi başlatması ve bunu edinilmiş bir koza çevirme
politikası bakımından böyledir.