Türkiye'de, toplumun referans olmaktan çıktığı, siyasetin
öfkeyle özdeş hale geldiği, hatta duygunun siyasileştiği, toplumun
siyaset içine hapsolduğu dönemler sık yaşanır.
Bu topraklara bunu kolaylaştıran faydacı, ataerkil, değişmez bir
toplum algısına sahip bir siyasi kültür hakimdir.
Bunun sonuçları da bildiktir.
Eksik demokrasi ve eksik modernleşme uygulamaları, bu topraklarda
doğal hal buymuşçasına bu nedenle kronikleşir. Dış ve iç değişim
dalgaları, hemen her defasında donuk siyasi, ekonomik, toplumsal
yapılar üzerinde ağır “travmatik etki”ler yaratır.
Özelliklerimizden birisidir:
Bu travmalar çerçevesinde Türk toplumsal yapısı kendisini
bütünleşerek değil, yırtılarak üretmiştir.
Her travma, her yırtılma, devlete endeksli, onun kontroluna yönelik
çatışmacı siyaset algısını biraz daha beslemiş, toplumu biraz daha
geri itmiştir.
Kemalist gözlükle bakıldığında, örneğin, son 10 yılın öyküsü, AK
Parti'nin dindarı, değişimi, çevreyi temsil eden kimliğiyle iktidar
olmasından ve bunun yarattığı bozulmadan ve travmadan
ibarettir.
Ve bugün biliyoruz ki, bu travma, özellikle kentli, seküler, üst
kesimleri etkilemiştir, zihni çatışmaları ve çelişkileri azdırmış
ve onlar nezdinde “içi boş ve aktörsüz değişim söylemi”ni
putlaştırmıştır. Sonuçta, değişim ruhuna aykırı bir ortak payda
üremiştir.