“Şehir; insanın, hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli, en büyük fiziki ürün ve insan hayatını yönelten, çerçeveleyen yapıdır. Bu yapıya biçim veren tercihleri ise insan ve toplumlar, inançlarından, dinlerinden hareket ederek belirlerler. Şehir toplumsal hayata, insanlar arasındaki ilişkilere biçim veren, sosyal mesafelerin en aza indiği, bu ilişkilerin en büyük yoğunluk kazandığı yerdir.
Şehir, ahlakın, sanatın, felsefenin ve dini düşüncenin geliştiği ortam olarak, insanın bu dünyadaki vazifesini, en üst düzeyde varlığının anlamını tamamladığı ortamdır. Bu idrak şehir biçiminin oluşmasını sağlar ve insanın en üst gelişme düzeyine ulaşmasının temelini oluşturur.
Darüssaade, Eyüp, Galata, Üsküdar, Beykoz köyleri, Anadolu ve Rumeli yakası yerleşmelerinin oluşturduğu “Yıldız Kümesi” biçimindeki İstanbul geç ortaçağın mükemmel metropolü idi.
Tarihi İstanbul’un yapısı içinde yaşamak, her birini dünyanın ve kainatın özel bir köşesine yerleştirerek, o yeri tezyin eden, süsleyen, güzelleştiren, şehirciklerin, yerleşmelerin arasında, kainatın ortasında, mesela İstanbul’u süsleyen kubbeler, minareler, havada uçar gibi duran çatıların altında, her biri bir ziynet gibi dizilen cumbalı evlerin pencerelerinin ağaçlar ve bahçeler ile tamamlanmış muhteşem zenginliğini tatmak ve yaşamak, bu güzelliklerin birinden öbürüne gitmek, birinden öbürüne giderken diğerlerini hatırlamak idi. Sonsuz mekan içinde oluşmuş bütün Osmanlı cennetlerinin (şehirlerinin) her biri aynı dünyayı güzelleştirme ve şekillendirme prensibiyle vücuda getirilmişti.
Şehir ve şehir imajı İslam kültürlerinde Cennet tasavvurunun bir yansımasıdır. Cennet bütün çelişkilerin yok olduğu ortamdır. Cenneti yeniden inşa edenler, bir büyük Erdem’in, yani yaratılış yasalarının bilgisine dayanarak ve bu yasalara kayıtsız şartsız uyarak bu cennetleri (şehirleri) inşa edebilmişlerdir.”
Rahmetli Turgut Cansever’in kaleme aldığı “İSLAM’DA ŞEHİR VE MİMARİ” kitabından bir bölüm bu!