Son zamanlarda “aldatılanlar”ın avazı arşı alaya
ulaştı:
- Bizi kandırdılar!..
- Aldattılar bizi, fena aldattılar!..
Sürekli bir yakınma, sürekli bir suçlama, ama özeleştiri hak
getire...
Yakınanların, feryat edenlerin hiçbiri çıkıp da sormuyor kendi
kendine:
- Ben nasıl bu kadar kolay kandım, bu kadar kolay
aldandım?
- Nasıl oluyor da rezaletler bu kadar ortadayken, her şey, her şey
gözümüzün önünde olup biterken, zulme uğrayanların feryatları dört
bir yanı kaplarken sağır kalabildim?
Tabii bu sorular sorulmayınca aldatılmaktan yakınanlar
aldatılmadaki sorumluluklarını sorgulamayınca yakınmaların da bir
kıymeti harbiyesi kalmıyor.
Hep düşünmüşümdür, aldatanın hüneri, anlattığı öykünün kurgusunda
mı, yoksa kafeslenen kişinin yapısında mı diye?
Gerçekten de, örneğin bir zamanlar İstanbul’un ünlü
dolandırıcıları Sülün Osman ve
Fil Hamdi’nin hünerlerine bakın! Adamlar
Beyazıt Kulesi’ni, Galata Köprüsü’nü, İstanbul’un tramvaylarını
sattılar. Aklın alacağı iş değil. Burada hüner neredeydi, malı
pazarlamak için uydurulan öykünün kurgusunda mı?
Yok canım!