24 Temmuz 2017 Pazartesi günü, 12’si tutuklu
(Akın Atalay,
Murat Sabuncu, Kadri
Gürsel, Güray Öz, Hakan Kara,
Turhan Günay, Musa Kart, Önder
Çelik, Bülent Utku, M. Kemal
Güngör, Ahmet Şık, Emre
İper) olmak üzere, 17 Cumhuriyet mensubu tutuklamalar
başladıktan aylar sonra ilk kez duruşmaya
çıktılar.
Onlar, adalet arayışındaki nöbetçi tutuklular
ve nöbetçi mazlumlar olarak
Çağlayan’da “Adalet” sarayı
denen binada, ben de, İznik kıyısından İstanbul’a doğru
yoldaydım.
Duruşmaya yetişemedim, ama gönlüm de,
düşüncelerim de onlarla birlikteydi.
Onlar, yalnız kendileri adına değil, aynı
zamanda bizim yerimize hapis yatıyorlar, bizim adımıza da adalet
arıyorlardı.
Erdal Atabek’in pazartesi
günkü yazısında da belirttiği gibi, bazılarımız için onların şu
anda yaşadıkları bir “deja
vu” idi.
Pazartesi Çağlayan Adliyesi’nde olmamakla
birlikte, ne zamandır berabermişçesine Cumhuriyetçi arkadaşlarımın
duygu ve düşüncelerini hissediyordum.
***
Salı günkü gazetelerde haber sütunlarında ve
de Emre Kongar’ın köşesinde
yansıyan Kadri Gürsel’in savunmasının nasıl hazırladığını, hangi
duygular içinde duruşma salonunda dile getirildiğini çok iyi tahmin
ettiğimi sanıyorum.
Türkiye’de barışı, demokrasiyi, özgürlüğü,
eşitliği savunmuş olan, eli kalem tutan, düşünen, düşündüğünü dile
getirenler arasında, yukarıda sözünü
ettiğim “deja vu”yu
yaşayanlar hiç de az değildir.
Zulüm dönemlerinde en güç iş, siyasi davalarda
savunma yapmaktır.
Mahkeme salonu, her şeyin yerli yerine özenle
yerleştirildiği bir tiyatro sahnesine
benzer.
Oyunda yer alanlar da, salonda dinleyici olarak
bulunanlar da, duruşmayı haberlerden izleyenler de bunun bir oyun
olduğunu bilirler
Kendini savunan da bilir, kararın başka bir
yerde verildiğini, ne derse desin, ne kanıt getirirse getirsin
sonucun değişmeyeceğini.
Bu durumda insanın ilk aklından
geçen, “Senaryoyu, biliyorum, ne
yaparsamyapayım, ne söylersem
söyleyeyim, sonucun değişmeyeceğini
de... Ben bu oyunda yokum, bana
biçilen rolü oynamıyorum; sizden de bir
talebim yoktur, ne isterseniz onu
yapın!” demek
geçer.