Gelen ileti ve telefonlardan, pek aşinası olmadığım sosyal
medyadaki yayınlardan anladığıma göre, yazılarıma ara verdiğim
geçen salı toprağa verdiğimiz eşim Mine Sirmen’in
kaybından bütün okurlarım haberdar.
Elli dört yıllık evliliğin öncesinde, dört yıl da, Hukuk
Fakültesi’nde sınıf arkadaşlığı olarak, Mine ile 58 yıllık birlikte
yaşamdan sonra birden fark ettim ki ben artık Mine’siz tek başına
yaşamayı unutmuşum. Şimdi seksen yaşında bunu yeni baştan öğrenmeye
çalışıyorum.
Bu iş hiç de kolay olmayacağa benziyor. On günlük süre içinde, daha
kaybımın ne olduğunu dahi kesin olarak kavramış değilim. Yiten
karım mıydı, bacım mıydı, anam mıydı, avradım mıydı, yavuklum
muydu, en yakın can dostum muydu , kızım mıydı? Sahi neyimdi benim
Mine?
Galiba yukarıda saydıklarımın teker teker hepsi ve topluca hepsi
birdendi. Yüzyıl birimi ile sayılan birlikteliğin sonucunda, artık
konuşmadan da anlaşır, birlikte ekrana bakarken, görüntülerin her
birimizde doğurduğu çağrışımları kestirip, zaman zaman durduk yerde
“evet öyle!” diye karşılıklı birbirimizi doğrulayarak sessiz,
sözsüz diyaloğumuzu sürdürür olmuştuk.
*** Bu durumda, sanki bir yarımın
ortadan kesilip, alınmış duygusu içinde olmam şaşırtıcı değil.
Olay münferit kişisel bir acı değil, 50- 60 yıllık hayat arkadaşını
yitiren herkes bunu yaşıyor.
İnsanın kendi ölümünden kaçması mümkün değil, ama ondan önce ölmeyi
becererek eşinin ölümünü görmemesi ve onu ölümsüzmüş gibi
hissetmesi mümkün. Ama yine de ardından birine mutlaka derin bir
acı bırakacak olan bu başarı da aşk gibi iki kişilik değil.
Ömrünün elli yıla yakın bir bölümünü Cumhuriyet gazetesi ile iç içe
geçirmiş olan Mine Sirmen’in ardından söyl...