“Bu vatan, toprağın kara bağrında sıradağlar gibi
duranlarındır.”
Böyle öğrettiler bize küçük yaşlarımızda bu vatanın kimin
olduğunu.
Sonra aydık, toprağın kara bağrında sıradağlar gibi duranların
sağlıklarında vatanda ne kadar söz ve pay sahibi olduklarını
anladık.
Yıllar önce biri sormuştu:
- Bin uygarlıklar ülkesinde yaşıyoruz. Bu zenginliklerin ne kadarı
bizim?
Sorunun yanıt açıktı:
- Ne kadarına sahip çıkabiliyorsak o kadarı bizimdir.
Öyleyse bu vatan da, kim sahip çıkıyorsa onundu. Hem de ne kadarına
sahip çıkıyorsa o kadarı onun olmak üzere...
Vatana sahip çıkmak denince aklımıza hemen yabancı işgali
geliyor.
İşgali de yaşadı ülkem Türkiye ve kentim İstanbul.
Düşmanlar geldiler, oturdular, acılar çektirdiler, sonunda
yenildiler gittiler.
Onlar gelmeden önce vatan aynı vatandı, onlar gittikten sonra aynı
vatan.
***
Havasıyla, suyuyla, korusuyla, efsunuyla vatan yine
bizimdi.
Bizimdi, çünkü sahip çıkmıştık, korumuştuk, hak etmiştik.
Sonra, düşmanlardan epeyce sonra vandallar geldi.
Bir tuhaftı vandallar, düşman gibi yabancı dile konuşmuyordu. Dili
dilimize, dini dinimize, yüzü yüzümüze, huyu huyumuza, benziyordu,
ama yine de aynı dili konuşmuyorduk.
Vandallar vahşice saldırdılar havamıza suyumuza, kentimize
köyümüze, limanımıza koyumuza. Ne yeşilimiz kaldı ne mavimiz, ne
havamız kaldı ne suyumuz, ne köyümüz kaldı ne koyumuz.
Sonunda gönderdiğimizde, ya da kendiliğinden gittiklerinde
vandallar, artık vatanın ne yeşili kalmış olacak ne mavisi,
kentlerin en efsunu kalmış olacak ne albenisi.
Toprağın kara bağrında sıradağlar gibi duranlara nazire, toprağın
üstünde diktikleri beton sıradağları, çöplükleri, çölleri,
bataklıkları kalacak arkalarında.