Her ne kadar çocukluk evimin bahçesindeki, kâh uçak, kâh gemi olan erik ağacının tepesinden beri çok mahalle sakininin yaz öğlen uykularını ağzı yayarak, anlamsız hecelerden oluşan kahraman askerlerin İngilizce komutlarıyla piç eden, bahçenin bir köşesindeki alçak çamaşırlık damını arkadaşlarımla, tahta kılıçlarımızla, zafer nağraları atarak, tekrar tekrar fethettiğim kaleye dönüştüren (Moda Eczanesi’nin sahibinin oğlu, o zamanlar Saint-Josephe Ortaokulu öğrencisi ve eczanenin kalfası olan sonraki yılların şairi zarif Melih Sezer’in elini, iğne korkusuyla ısırmam o alçak damdan düştüğüm, korkunç güne rastlar) daha sonraki yeni yetmelik yıllarımda son neferine kadar kırılacak olan beyaz adamın yardımına gelen Alamo Kalesi fedaisi süvarileri “Bizimkiler geldi!” sevinciyle beyazperdede alkışlayacak kadar her söyleneni kabule yatkın, muti vatansever, “militirasit” bir çocukluk geçirmiş olsam da meslek ve düşünçe biçimi olarak askerliğe pek sempatim yoktur.