Zamanlar mı bozuldu, yoksa bizlere mi bir haller oldu,
bilmiyorum, ama “Allahım bir süredir yitirmiş olduğumuz aklımıza
sen mukayyet ol bari!” diyorum.
Dün 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı bir kez daha kutladık. 26 Ağustos
1922’de başlayan “Büyük Taarruz” dört gün içinde 30 Ağustos’ta
Dumlupınar Meydan Savaşı ile zafere dönüşüyordu.
Bir süredir başlatılan 30 Ağustos Zafer Bayramı’na ortak katma
girişimleri, bu yıl da artarak sürdürüldü.
Amaç 30 Ağustos’un ve onun simgesi olduğu Kuvayı Milliye ruhunu
zayıflatmak.
Bu yıl da 26 Ağustos 1922’de başlayan süreçten çok, 26 Ağustos
Malazgirt Meydan Muharebesi’nden söz edildi. Bu yıl parlak (!) bir
de öneri getirildi: 26 Ağustos 1071’de Malazgirt’e
Alparslan’ın otağını kurduğu yere bir
Cumhurbaşkanlığı sarayı dikmek.
26 Ağustos ve izleyen günlerde, Malazgirt ile Büyük Taarruz’u
karşılaştıran, kıyaslayan nutuklar atıldı, yazılar yazıldı,
vecizeler saçıldı.
Değişik zaman ve koşullarda meydana gelmiş tarihi olayları, sanki
bu farklar yokmuşçasına birbirleriyle kıyaslayarak, ben de abesle
iştigal edecek değilim.
*** Türk boylarının batıya doğru göçleri sırasında, Anadolu’ya ilk adım attıklarında, “Küçük Asya”nın o sıradaki egemeni Bizanslılara karşı zafer kazanıldığı 1071 yılında, fetih bir haktı; uluslar bile yoktu ki ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı olsun, dünya daha tarım toplumu dönemini yaşamaktaydı. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı zaferle noktayan Büyük Taarruz’un başladığı 26 Ağustos 1922’de ise dünya, sanayi devrimini yaşamakta olan toplumlar ile, henüz ona ulaşamamış olanlar arasında bölünmüştü. Ulus devlet kavramı çıkmış, ulus toplumlar oluşmuş, fethin hak olduğu dönemler...