Oktay Akbal, ölümünün ikinci yılında, sevgili eşi Ayla Akbal ile birlikte, yaşamının son yıllarını geçirdiği Akyaka’da dün anıldı.
Oktay Akbal ile tanışıklığımız altmış yıl kadar geriye gider. O zamanlar ben onu, okur, beğenirdim. Ama o ne beni tanır ne de okuduğumu bilirdi. Ortaokul yıllarımda öykücü olan Oktay Akbal, Menderes’in demokrasiyi azgınca çiğnemeye başladığı yıllarda, Vatan’ın zıpkın gibi muhalif köşe yazarları kadrosunda da yerini aldı.
“Garipler Sokağı”nı okuduğumda, yeniyetme çokbilmişliğiyle hükmümü vermiştim: Bu delikanlı bundan sonra artık roman yazar.
Hemen ardından gelen ödüllü “Suçumuz İnsan Olmak” yayımlanınca, çokbilmişliğimin haklı çıktığını düşünmüştüm.
Onunla “ruberu” tanışmamız 1974’te Cumhuriyet’te yazmaya başlamamla oldu.
***
O günden sonra iki yıl önce aramızdan ayrıldığı 28 Ağustos 2015’e kadar kader yoldaşı olduk. Ama beni en etkileyen bu yazgı ortaklığından da çok, içindeki çocuğu son anına dek canlı tutmuş, berrak su kadar duru Oktay Akbal’ın, o eşsiz çocuksu yanı olmuştur. Bu yanı otuz beşimde tanıştığım Oktay Akbal’ı hep çocukluk arkadaşım gibi hissetmeme yol açmıştır.
Bu yumuşacık gülümseyen adam böbürlenmeden direnirken, bir yandan hapse girmekten çekinir, ama yine de kendini kodese gönderecek yazıları gözünü kırpmadan kaleme alırken, hepimize aydın yürekliliğinin ne olduğunu öğretmişti.
Acı tatlı birçok anımız oldu. Ama bir Adana pavyonunda yaşadığımız o en unutulmazını bir kez daha paylaşmak isterim.
1980’li yılların ikinci yarısında bir gün Adana’da birlikte kitap imzasına gitmiştik.
O gün imza yapıldı, akşam kebap yendi, rakı ve şalgam suyu içildi. Gecenin bir saati geldi, hepsi bitti.
Adana bürosundaki arkadaşlar “Burada âdettir, şimdi de pavyona gideceğiz” dediler, Oktay Akbal’ın itirazlarına karşın direttiler. Sonunda Adana’nın pavyonlarından birine gidildi.
Ve kapı açıldıktan itibaren aşağıda anlatacağım olaylardan hepsi birbirini izledi.