Sevgili, Önceki gün yitirdiğimiz Oktay
Akbal ile ilk tanışıklığımız tek yönlü oldu. O genç
ve ünlü bir yazar, ben ise çocukluktan ilk gençliğe geçme
sürecindeki okuruydum. Sonra kırk yılı aşan dostluğumuzda,
aramızdaki 16 yaş farka ve kendisine büyüğüm olarak duyduğum
saygıya karşın, hep akranım, arkadaşım, hatta küçük kardeşim gibi
hissettim onu.
Çünkü Oktay Akbal su kadar berrak, duru, içindeki çocuğu son anına
kadar canlı tutmuş, candan bir insandı.
İyi yazar olduğu ölçüde iyi insandı. Gıllı gışlı bir yanı hiç
olmadı. O yüzdendir ki, ne zaman bir meclise gelse, hazır
bulunanların içleri açılırdı. Tekerleme haline gelmiş şöyle bir
deyişim vardı:
- Marifet “Suçumuz İnsan Olmak”ın yazarı gibi iyi bir insan
olmaktır.
Oktay Akbal yumuşak huylu bir insandı. Onu kavga ederken
hatırlamıyorum, gözümün önüne de getiremiyorum.
Ben en çok, yumuşak huylu insanlardan korkar çekinirim. Oktay Akbal
ile ortak dostumuz Sami Karaören’in damadı,
ilkokul arkadaşım Erim Gözen bunlardan
biriydi. Oktay Akbal da öyle...
***
Bunlar seslerini yükseltmezler, bağırmazlar, kavga
etmezlerdi.
Şişinmek değildi işleri.
Onlar için önemli olan böbürlenmek değil, direnmekti.
Ama bu Oktay Akbal’ın dava adamı olmasını engellemezdi.
Daha 1950’li yıllarda, bugünkü “Tayyibanizm”i andıran Menderes
diktasına karşı direnen, efsanevi Vatan ekibinin bir üyesiydi.
Zaten Oktay Akbal’ın yazarlık yaşamının tümü, özgürlüklerin,
çağdaşlığın, bağımsızlığın onulmaz savunucusu bir muhalif olarak
geçti.
Bu gibi adamlar, yani sesini yükseltmeden direnenlerden, mücadele
siperlerini kazarken bir yandan da sevgi güllerini sulamayı ihmal
etmeyenlerden hep çekinirim. Onları kızdırmaya gelmez. Bu türler
isyan ettiklerinde korkunç olurlar.
Yanılmamak gerek yumuşaklıkları, sakinlikleri karşısında. Tam
tersine, gözünü açıp izlemelisin onları yürekliliğin ne olduğunu
daha iyi anlamak için.