Sevgili,
İlk gördüğüm o olduğundan olsa gerek, dere deyince aklıma ilk
Kurbağalıdere gelir.
En eski çocukluk yıllarımda, derenin denize yakın yerinden karşıdan
karşıya sandalla yüz paraya geçildiğini anımsıyorum.
Daha sonraları, burada olduğu zamanlar büyük babamla birlikte, yaz
aylarında, mayolarımızı havlularımızın içine dürerek kolumuzun
altına sıkıştırıp sabah erkenden Bakla Tarlası’nın önünden geçerek
yokuştan aşağı inip, derenin ağzındaki kayıkçıdan, 4 saatliği bir
liraya sandal kiralayarak, kürekle açılıp Kalamış’a ama daha çok
suyu daha derin ve serin olan Moda’ya gittiğimizi anımsıyorum.
Bazen, balık tutmak üzere, (genelde oltamıza izmarit vururdu)
Kurbağalıdere’nin Kalamış Koyu’na aktığı kıyının çamurları içinden
yem olarak solucan toplardık. Balık tutar, yüzer, bazen de
Fenerbahçe burnunu dönüp Dalyan’a giderdik. O zamanlar saat 13’ü
geçirdin mi, poyraz başladığından, Fenerbahçe burnunu dolanıp dönüş
çetin olurdu.
1950’li yılların ilk yarısında Kurbağalıdere’nin kıyısındaki
Yoğurtçu Parkı’nın asırdide (yüzyıllık) ağaçlarını çevreleyen
toprak yolu kendi yöntemlerimizle ölçüp, koşu pisti olarak kabul
eder ve yarışırdık.
Ağaçların yüz yıllık olmadığını bir gün Melih Cevdet
Anday’ın uyarısıyla anladım.
Arabayla Yoğurtçu’dan geçerken parkı gösterip şunları
söylemişti:
- Ali Sirmen Bey, bu ağaçlar benden
gençtir. Ben parkın oluşturuluşunu hatırlıyorum.
Eh Melih Cevdet Bey, 1915 doğumlu olduğuna göre, park en erken
1920’de kurulmuş olsa gerek.
Daha sonraları derenin denizle kesiştiği yere kurulan Riviera
Otel’de kızlarla ilk danslarımızı ettik.
***
Anılarımın deresi şimdi leş gibi kokuyor. Derenin çevresine
yaklaşır yaklaşmaz, içini bulandıran burnunun direğini kıran koku,
yağma-talan-avanta düzeninin, tıpkı kazurata benzeyen rant
kokusudur.
Bu kokuyla Kurbağalıdere Kadıköylülerin anılarındaki yerini aşıp,
sınırlarımızı taşıp, talan ve yağma düzeninin kokusunu yansıtması
açısından evrensel bir boyut kazandı.