Yıllar önce, bir arkadaş grubuyla Fransa’nın Bretagne
bölgesinin, istiridyeleriyle ünlü sahil kasabası Cancal’in
lokantasına gitmiştik. Beyaz sofra örtüleri kıtır kıtır lokantadan
içeri girdiğimizde suratımıza çarpan manastır yatakhanesi
sessizliğini çok yadırgamış ama aldırmamıştık. Sofraya oturunca,
abartmadan gülüşüp söyleşmemiz, bir süre sonra tüm salonu etkiledi.
Kısa sürede mırıldanma şeklinde başlayan masalardaki hareketlilik,
gülüşmeye dönüştü, gecenin sonunda salonun orasında burasında
kahkaha şimşekleri çakıyordu.
Gülmenin bulaşıcılığına Cancal’deki restoranda bir kez daha tanık
olmuştum.
Sevgi de öyle, bulaşıcıdır.
Bu gözlemim zaman içinde “Sevgililer Günü”ne bakışımın değişmesine
yol açtı. Hıristiyan dünyasında “Aziz Valentin Günü olarak da
anılan, ama aslında Hıristiyanlıkla bir ilgisi olmayan bir Roma
pagan şenliğinin 18. yüzyıl İngiliz şairi
Chaucher’in bir şiirinden esinlenerek yeniden
canlandırılmasının ürünü olan Sevgililer Günü”ne ülkemizde ilk moda
olmaya başladığı yıllarda, kapitalizmin tüketimi arttırma
manevralarından biri olarak, eleştirel açıdan yaklaşmıştım.
*** Zaman içinde toplumsal ve
kişisel yaşamımızda sevginin ne denli değerli olduğunu anladığımda
bu tavrım değişti. Sevgililer Günü varsın tüketimi arttırmak için
uydurulmuş olsundu, yine de sevgi duygusunu harekete geçirmiş
olması bakımından yararlıydı.
Her yeni doğan kız çocuğunun, birer çocuk gelin, birer kadın
cinayeti kurban adayı olduğu bir ülkede kızlarımızı, kadınlarımızı
yılda bir kez sevgi duygularının öznesi ve nesnesi haline getiren
bir gün, gerekçesi ne olursa olsun, yine de iyiydi.
Erkek egemen toplumun, boyun eğmesiyle yetinmeyip mutlak itaatini
be...