Sevgili,
Yahya Kemal, İstanbul’un mucizesini, bir gurup vakti, Cihangir’den
Üsküdar’a bakarken kendini bir an karşıdaki rüyaya bıraktığı
sırada, güneşin vehminin fakir Üsküdar’ın eski ahşap evlerinin
camlarında yarattığı saraylarda görmüştür.
İstanbul, günün değişik saatlerinde, yılın çeşitli dönemlerinde
bize değişik mucizeler sunar, yeter ki onları fark edebilesin. Eğer
mucizeyi illa olağandışı, doğaüstü (ne demekse!) olaylar olarak
kabul ediyorsan, ömür boyu boşuna bekler, durursun. Oysa doğanın
bizzat kendisinin bir mucize olduğunun farkına vardığında, sana her
şafak, her gurup bir mucize sunar. Mucize olayın bizatihi kendinde
olmaktan çok, onu algılayan gözdedir. Güneşin vehminin ışık
sarayları yarattığı camların oluşturduğu mucize, onu görecek göz
olmazsa, orada durup durur.
Bir süredir bir renk cümbüşü içindeki İstanbul’un mucizesi
erguvanlar.
Çiçeğe durmuş ağaçların beyaz pembe baharlarının içinde, dalları
gümrah fışkırmış alev oklarını andıran erguvanlar hepsinden
farklı.
***
Bu dingin sessiz mucizenin rengi erguvanidir. İstanbullular,
erguvan çiçeğinin rengini ona atıf yaparak tanımlarlar: Erguvani.
Zaten başka nasıl tanımlayabilirsin ki onu? Yeşili yine yeşile,
kırmızıyı, kırmızıya başvurmadan anlatamazsın ki!.. Lafın kısası
renkler tarif edilemez, tarif edilebilenler yalnızca tonlardır.
Son günlerde ne zaman sokağa çıksam, gözüm orada burada erguvanlara
takılıyor. Ne tuhaf! İstanbul’da ne çok erguvan ağacı varmış. Bahar
olmasa hiç farkına varmıyor insan.
Zaten erguvan ağacı, alelade görünümlü, hiç dikkati çekmeyen,
normal zamanda dikkatli bakılsa bile pek çekici görünmeyen, ama bir
ağzını açtı mı bülbül gibi şakıyıp birden bambaşka bir insan olup
seni başka diyarlara taşıyan kadına benzer.