Bir zamanlar çok revaçta olan bir benzetmede, “demokrasilerde,
sabahın karanlığında kapınız çaldığında gelenin sütçü olduğuna emin
olabilirsiniz” denirdi.
İki tarafın da, bütün güçleriyle yoğun propaganda kampanyası
yürüttüğü Soğuk Savaş döneminde, CIA’nın Sovyetler’deki dikta
rejimini taşlamak için buldukları bu deyiş, insanların sabah
karanlığında evlerinin basılıp apar topar götürüldükleri
Türkiye’deki yurttaşın gönlünde kök salan korkuyu çok iyi dile
getiriyor.
Nitekim son olarak geçen hafta, ne ile suçlandığını hâlâ bilmeyen
Osman Kavala’nın, bir yılı aşkın süredir hakkında
hâlâ bir iddianame bile düzenlenmeden tutuklu olarak hapiste
yattığı “Anadolu Kültürü” davası dolayısıyla gözaltına alınan 14
kişiye de aynı uygulama yapılmış, bunlar yataklarında uyurken
basılmışlardır. Gezi olaylarıyla bağlantılandırılan davayla ilgili
olarak pazar günkü Cumhuriyet, uzmanların görüşlerini manşete
çekmişti:
“Gözaltıların amacı korku ve dehşet yaratma.”
6 Kasım Salı günü bu köşede yayımlanan “Korkusuz yaşam hakkı”
başlıklı yazıda bu olguyu dile getiriyor ve çağdaş dünyada
insanların en temel haklarından birinin de korkusuz yaşam hakkı
olduğunu vurgulamaya çalışıyordum.
*** Bu hakkın çiğnenmesi için
korktuklarının yurttaşın başına gelmesi şart da değildir. Korkuyu
haklı kılan uygulamaların yaygınlaşması bile yeter.
Son yıllarda, çağrıldıklarında pek de âlâ tıpış tıpış gidip ifade
verecek olanların, uykuda basılarak apar topar götürülmeleriyle
“uykuda basarlar, şafakta asarlar” yakıştırmasını hak eden
Türkiye’deki rejimde yurttaş haklı olarak korkmaktadır.
Yerleşmiş uygulamanın makul kıldığı bu korkunun yaygınl...