Bizim kuşağımız üst geçide hasret yaşadı. Bırakın alt geçidi. İstanbul’un büyümesi beraberinde siyasi bir çekişmeyi de getirdi. Sağcılar ve solcular farklı taraflara savruldu.
Birinci Köprü, yani 15 Temmuz Şehitler Köprüsü yapıldığındaki tantanayı hatırlayın. Köprüyü yaptırtan Demirel açılışa bile çağrılmamıştı. Solcular yapımına karşı çıktı. Nedeni ise bu para ile Türkiye’nin başka yerine başka şeyler yapılabilecek olmasıydı. Onun için kalkıp Zap Suyu’na kendileri köprü yaptılar. Zap Suyu’na eğer gerekiyorsa köprü yapılmalıydı. Sanki aynı şeymiş gibi, sanki İstanbullular bu ülke vatandaşı değilmiş gibi davranmanın ne alemi vardı. “İkisi birden yapılsın”demek kimsenin aklına gelmemişti.
Evet sonraları köprülere karşı çıkanların belki tutarlı bir görüşü vardı. Maalesef köprü için açılan yollar yapılaşmayı teşvik ediyordu. Kent yeşil alanın sürekli azaldığı bir bölge haline geliyordu. Ama “Yeşil alan yok olmasın” demek başkaydı, “Köprü yapmayın” demek başka. Yine “Hem köprü yapın, hem de yeşili koruyun” denmeliydi. Denemedi. Çünkü ideoloji kentli olma bilincinin önündeydi.
Sonrasında aynı köprü satarım-sattırmam kavgasına şahitlik etti. Özal “satarım” diyordu, karşısındakiler ise “Sattırmam” sonunda köprünün kar payından hisse satıldı da orta yol bulundu. Acaba o hisseler ne oldu? Hala para kazanan var mıdır?
İkinci köprü, hele hele üçüncü köprü için koparılan fırtınalar daha taze anılar.
Anlatmak istediğim o zamanlar solcular köprü “yaptırmam” diye haykırırken, savundukları bir diğer düşünce ise köprü değil, demiryolu yapılmasıydı. Onlara göre denizin altından demiryolu geçirilmeliydi. Karayolu kapitalizmin, demiryolu ise onlara göre sosyalizmin simgesiydi. Ama bundan ne karayolunun ne de demiryolunun haberi vardı tabii ki.