Evlat... Dağ gibi. Filinta gibi. Evlat, canından daha önde. Umudun, gururun.
Bir şehit babası ile tanıştım önceki gün. Dünya dertlerinin ne kadar anlamsız olduğunu anlatıverdi. Oysa hiç birşey söylememişti. Kendi halinde sessizce, boynu bükük çalışıyordu.
Sonra sohbet ettik. Geçen yıl, PKK, Kızılay’da bomba patlattığında otobüsün içindeymiş. 29 yaşındaymış. Yanındaki arkadaşı ağır yaralanıp kurtulmuş. Kendisi anında hayatını kaybetmiş. Oysa bir hafta sonra nişanı varmış.
Babası bir halı tamircisi. Hem sanatkar, hem zanaatkar. İşi ilmik ilmik antika halı onarmak. Santimetre karesinde bin 100 ilmik olan ipek telleri birbirine bağlamak. Sabır işi. Hem de ne sabır.
Ama sohbet etmeye başladığında 40 yıldır mesleğin oluşturduğu sabrın acı ile kırıldığını görüyorsunuz. Telefonundan evladının fotoğraflarını gösteriyor. Sonra çağrıldığı töreni, Başbakan ile fotoğraflarını, omuzunda duran elin hangi bakanın eli olduğunu anlatıyor.
5 dakika sonra tekrar anlatmaya başlıyor. Aynı sıra ile. Belli ki aklında başka bir düşünce yok. Kafasında sürekli aynı şeyler var. Dilinde de öyle.
Acı, sanki gökyüzünden inmiş yüzüne yerleşmiş. Tevekkül tabii ki var. Ama o acı hep orada duruyor. Gözünün kenarında, sakalının kıvrımında, yüreğinin tam ortasında.
Masum, 29 yaşındaki bir genç adam. Artık kötü sıfatları tüketen bir terörist örgüt tarafından Ankara’nın göbeği, Kızılay’ın tam ortasında patlatılan bomba ile hayatını kaybetmiş. Hatırlayan belki bir kaç kişi. Ama biri var ki, o tüm unutkanlığı telafi edecek kadar oğlunu hatırlıyor.