Önce akbaba vardı. Yayınlandığı tarihe yetişemedim. Ama evlerdeki koleksiyonlarını gördüm. Özenle ciltlenmiş. Sonrasında Gırgır.
Gırgır toplumsal bir salgındı adeta. Türkiye’deki karikatür macerasının zirvesi. Muhalefetse muhalefet, komiklikse komiklik. Şimdiki hakim kuşağın kundağıydı adeta. Aslında hepsi oradan yetişti.
Başına buyruk, deli fişek çocuklardı hepsi. Babacan bir yöneticinin öğretisinde çalışan. Ve yuvadan ayrılma zamanları geldi. Hepsi gruplaşarak başka başka mizah dergileri çıkardı.
Benim karikatürcülerle ilk tanışmam, sanki 1990 yılları gibiydi. Güneş Gazetesi de kârlı olduğunu düşündüğü için mizah dergisi işine girmişti. Bir grup karikatürist, Güneş Gazetesi’nin Beyazıt’daki binasının küçücük bir iki odasına sıkışmış işlerini yapıyorlardı. Limon’u çıkartıyorlardı yanlış hatırlamıyorsam.
Aslında tüm o boş vermiş, dalgacı tiplerinin altında çok da çalışkandılar. Çalışma biçimleri de bir acayipti. Bir süre ortalarda görünmeyip, sonra bir gün sabaha kadar uğraşıyorlardı. Sabah ise ter ve mürekkep kokularının arasında müthiş bir eser çıkıyordu ortalığa. Sonra yine ortalık duruluyordu.
Toplum o yıllarda farklı bir biçimde dalgalanıyordu. Bir tek TRT’nin olduğu zamanlar. Televizyon ve gazeteler özellikle gençlerin görsel ihtiyaçlarına hitap etmiyordu. Onlar zaman kaybetmemek, her şeyi kısa sürede görmek istiyorlardı. Karikatür o yüzden hem para kazanıyor, hem de bir ihtiyacı karşılıyordu.
Derken, büyük basın grupları da bu işe girmek istedi. Girdiler de. Sonra karikatüristler kendi aralarındaki kümelenme alışkanlıkları ile toplanıp yeni dergiler çıkarttılar. Bir çoğu da başarılı oldu. Yolda yeni yüzler katıldı onlara.
Ama Gırgır’da doğan, orada tedrisat gören kuşağın yerini tutamadılar. Çünkü kervana yeni katılanlar farklı bir dünyevi gerçeklikten geliyordu. Sigara kuyruklarını görmemiş, yağ almak için sıraya girmemiş ve benzin karnesini bile duymamışlardı. Onların algısı farklı çalışıyordu.