Önce, bir gerçeğin altını çizelim: Batı, güçsüz, parçalanmış, moda deyimle “Suriyelileşmiş” Türkiye asla istemez, aksine, güçlü ama “kontrol edilebilir” bir Türkiye bölge stratejisinin ana zeminidir.
Batı yönetimleri, medyası, bu unsurların ülke içindeki uzantılarının yaşadığı rahatsızlığın temelinde, Türkiye’nin güçlenmesi değil, güçlenme sürecinde “kontrol edilemez” bir ülke haline gelmesi yatıyor.
Bir anı: Sene 1986. NATO’nun daveti üzerine bir grup gazeteci Brüksel’de, ittifakın en üst kurmaylarıyla toplantıdayız, sorularımızı yanıtlıyorlar. ABD’li general, söze kestirmeden girdi: NATO, Sovyet yayılmasına karşı, aynı zamanda Almanya’yı kontrol amacıyla kurulmuş bir ittifaktır, aslında iki asli görevi vardır. Yanında Alman general oturuyor, gözlerimiz ona döndü, ses yok!..
AB’nin Yunanistan başta güney üyelerinden patlak veren ekonomik krizinde Alman ekonomisinin belirleyici role soyunması sonrasında yaşanılan Volkswagen krizi bir tesadüf müdür, hayır.
Almanya, Soğuk Savaş sonrası birleşip, Rusya ile stratejik işbirliğini güçlendirirken, Angela Merkel kendini bir anda, Rus lider Putin’le Ukrayna için ateşkes görüşmesi yaparken buldu!..
Soğuk Savaş yıllarında Almanya kontrol altında tutulmuş, Türkiye ise, “kanat ülkesi” olarak kullanılmıştır. İsrail’in güvenliğinin yakın komşusu, Sovyetler’in bağrında büyük bir askeri üs... Ülkenin Soğuk Savaş döneminde yaşadığı askeri darbelerin “Pentagon destekli” olması bir tesadüf müdür, hayır.
Geriye ne oyun kaldı?..
Türkiye’yi kendi hedefleri doğrultusunda “kullanma” alışkanlığı edinmiş çevrelerin, belli ki, bu ülkenin siyasi kadrosuyla bir sorunu var. Davos’taki “one minute”le mi başladı, bence öncesi var. 2007’deki cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde yaşanılanlar, etekteki taşların dökülmeye başladığı andır. Devamını birlikte yaşadık, Gezi Parkı olaylarıyla meydan okumaya dönüştü, 17-25 Aralık ile zirve yaptı, nihayetinde PKK bağlantılı bir partinin parlatılmasına kadar vardı.
Pekiyi, emperyalistin oyunu biter mi, hayır, bitmez!..