Evlerde televizyon yoktu ve anneannemin radyodan dinlediği “Yassıada saati” artık yayınlanmıyordu. Yaşama, güneşli bir mayıs sabahında ana-babalarımızın neden sokağa çıkamadığını sorgulamadan, tankların arasından geçip fırın önünde kuyruğa girmiş bir kuşağın üyesi olarak “merhaba” demiştik. İlerleyen günlerde dost sofralarının bir anında, büfenin üzerindeki radyodan “Nihansın Dideden” çaldığında yaşanılan sessizliği, hafif iç geçirmeleri ve “onun çok sevdiği bir şarkıydı” sözleri ile “idam” kelimesinin neden yan yana geldiğini anlayacak yaşta da değildik...
Henüz, yaz akşamlarında mahalle arkadaşlarımızla “gitmeyin oraya evladım, orada bostan kuyusu var” uyarılarıyla saklambaç oynuyor, kışa denk gelmiş bayramları da biraz buruk karşılıyorduk. Kış bayramlarında kurulan “bayram yerleri” yağan yağmurla çamur deryasına dönüşür, yılda bir kez “bayramlık” olarak alınan ayakkabılarımız eskimesin diye büyüklerimizin “illa oraya gideceksiniz, çıkarın o ayakkabıları, eskileri giyin” uyarılarıyla karşılaşırdık... Oysa, iki beden büyük alınmış yeni paltolarımızı tamamlayan o ayakkabılar ile kendimizi ne kadar yenilenmiş hissederdik...
Kızıltoprak’tan komşumuz Ajda Pekkan’ı henüz 18 yaşını doldurmadığı için İstanbul Yelken Kulübü’ndeki sahneye, yakışıklılığı Kadıköy’e nam salmış babasının götürüp-getirdiği, Zeki Müren’in mini etekle sahneye çıkmasına yılların olduğu günlerdi...