Mesele Kürtçülük, şuculuk, buculuk meselesi değil; birilerine maşalık meselesidir.Barzanîcilerin referanduma gitmelerinin maksadı bağımsızlık elde etmekle ilgili görülemez. Türkiye parçalanmadan, İran parçalanmadan Barzanistan'ın kurulamayacağını bilmezler mi? Referandumla bölge halkının nabzını ölçecekleri gibi, Barzanîcilik fikrini "millî" emel hâline getireceklerdir. Bir etnisite grup mensubunun "bağımsızlık" deyince, önünü arkasını düşünmeden birden gönlü kabaracaktır. Barzanîcilerin asıl hedefi o gönlü kabaranları kendi potasında eritmektir.Çok az dillendirilen asıl problem: "İkinci İsrail" olma... Öteden beri yazılagelen husus: Yahudi Kürtler... Yok Barzanîlerin aslı Yahudi imiş, yok değilmiş... Bu tartışmalar gereksiz; hiç girilmemeli. İsrail, Kürtlerin menşei meselesiyle ne derece ilgililer? Onlar Orta Doğu'da alan genişliği sağlamak için müttefik arıyorlar. (Belki "kökler" meselesinin işlerini kolaylaştıracağını düşünebilirler. Ama kök deşmekle "düşman" kazanabileceklerini de bilirler.)İsrail, 1960'lı yıllardan beri Kuzey Irak'a çengel atıyor. Ajanlarını gönderip duruyor. Barzanîler, gelenleri ret mi etsinler yani..."Nakşibendî" diye yere göğe konulamayan Barzanîlerin nasıl bir maşalığa soyundukları görülmeli, diyeceğim ama, kim görecek!Yeni Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, Yahudilik, Hristiyanlık, biraz da Müslümanlık üzerine bayağı çalıştı. Tevrat nüshalarında, İncil nüshalarında, Kur'ân'da Yahudiliğin yerini en iyi tayin edecek ulemamızdandır. Hocanın mühim bir hususiyeti "misyonerlik" faaliyetlerini de çok iyi bilmesidir. "Nakşibendî kardeşlerimiz"in İsrail'e bel bağlamalarının onları nereye götüreceğini, çıkıp bir bir anlatmalıdır. Şeyhe zikir çekmekten Arz-ı mev'ûd'u kavrayamayan "müminlerimiz" var. Hoca, Tevrat'tan, zamanında altını çizdiği cümleleri göstermeli!Muhterem Başkan! Sizden bizi tenvîr etmenizi beklemek hakkımız! (Biz biliyoruz da... İçimizde andavallılarımız var, art niyetlilerimiz var, "Türk" deyince tepelerinde pıtrak biten Siyasî İslâmcılarımız var...)Dikkat çekmek isteyen bazı salaklar, Türkmenlere dair, Arapların içinde olacaklarına Barzanîlerin içinde olsunlar... Ne fark eder demeye getiriyorlar. Böyle salaklara karşı ne diyebiliriz ki...Irak Türklerinin Türkiye'den başka bakacak yönleri yok. 14 Temmuz 1959'da Barzanîlerin militanları Irak yönetimiyle iş birliği yaparak Kerkük'te Türkleri katletmişlerdi. O meş'ûm tarih unutulmadı.Barzanîlerin referandumu, dediğim gibi, asıl iç hesapla alâkalı... Bağdat'ın tanımadığı, Ankara'nın tanımadığı, Tahran'ın tanımadığı bir Barzanistan kurulabilir mi? Hadi kuruldu... Bir müddet sonra dört bir tarafı çevrilmiş Barzanistan'da insanlar cenderede ezilirler. Halk, "Sebep sizsiniz!" deyip Barzanîlerin üzerine yürür.Size Haşim Nahid'in 1915-1916'da, Türk Yurdu dergisinde yedi sayı yayınlanan "Irak Türkleri" başlıklı yazı serisini vereceğim. (Bu serinin tamamını gazetemizin internet sayfasında yazımın altında okuyabilirsiniz.)Yazı serisinin yazarı Haşim Nahid (1880-1962), Erbil'de doğdu. (Sonra "Erbil" soyadını aldı.) İstanbul Hukuk Mektebi'ni bitirdi. Paris'te Sorbonne Üniversitesi'nde sosyoloji tahsili gördü. Dışişleri Bakanlığı'nda çalıştı. Avukatlık yaptı. Hiç evlenmemiş. Cefalı bir hayatı var. TÜRK YURDU’NDAN IRAK TÜRKLERİ I Bir ihtiyat zabitinin seyahat hatıralarından: Akşam yolcu kafilemiz bir bayırın kenarında obasını kurmuştu.Beyaz çadırların yarım ay biçimindeki sırasıyla hayvanların toplu olarak bağlandığı yerin ortasına çektirdiğim arabama yaslandım. Burada uyumak bana daha rahat geliyordu.Aydınlıktan yorulmuş gözlerimin kapanmak ihtiyacını seziyordum. Bütün havâssım artık böyle ihtisastan yorgun ve iç içe çekilen bir hâl ile etrafımdaki seslerin, şekillerin, hareketlerin tesirlerinden varlığıma doğru bozulup uyuşuyordu. Göz kapaklarım yavaş yavaş süzülürken, gündüzki vak'aların hatırası, bazı silik, karışık, bazı da bir sinema kurdelesi gibi düzgün ve canlı zihnimden geçiyor, geçiyordu: Seyredilen bir manzaradan uzaklaştıkça onun şekil, çizgi, renk sarahatlerinin adım adım kaybedilmesine benzeyen bir tarzda bu hatıralar vicdanımda gittikçe müphemleşti, uzaklaştı, silindi. Nihayet uyuyuvermişim... * * * Birdenbire uzak, derin bir ses kulağıma çalındı. Bu, çadırlar muhitinin alışık olduğum seslerinden ayırt edebildiğim yabancı, yeni bir şeydi!Dikkat ettim: Yanı başımdaki insanlar ve hayvanların soluklarından ayrı, etrafımdaki şekiller çevresinin daha ötelerinde, aydın bir gecenin tâ derinliklerinden geliyordu. Hayvanlar, kulaklarını dikip başlarını bir cihete çevirmişlerdi. Ben de aynı semte baktım: Gecenin gül rengi şeffaf boşluğunda birer koyu gölge hâlinde şekillenen bir sürü hayal dalgalanıp akıyordu. Onların varlıklarından süzülen hareketler, kuru topraklan inildeten adım gümbürtüleri, boğuk bir hırıltıya benzeyen kesik soluklar, demirlerin, zincirlerin sert tıkırtısı durgun havayı ra'şelendiriyordu. Bize doğru geliyorlar, yaklaşıyorlardı! Bu, gecenin nihayetsiz boşlukları içerisinden çıkıveren bir küme atlı idi?Umulmadık bir tehlike ile karşılaşan her insanın, saçından tırnağına kadar varlığının her zerresini gezen sarsıcı heyecanla drigoların en tabiîsini ve düşüncelerin en yükseğini yaşayarak tehlikeyi bekledim...Atlılar yanımıza geldi, uyuyanlar uyandı. Arapça konuştular. Bu ıssız gecenin meçhul yolcuları bizden su istiyordular, tütün istiyordular.Konuşmaların gürültüsünden en sonra uyanmış bir yoldaşımız, ihtimal uyku sersemliğiyle kendi kendine söyler gibi Türkçe bağırdı:-Bu adamlar gece vakti bizden ne istiyorlar? İşte o zaman, dünyanın en ulvî ve azametine doyulmaz bir hailesini yaşadım: Onlardan birisi atını bize doğru sürdü, daha ziyade yaklaştı ve Türkçe olarak: Ağa dedi, biz de Türk'üz!Irak'ın Musul'a yakın bir köşesinde, bu Arap kıyafeti içerisinde onların bize Türklüğünü haykırması, gecenin karanlıklarından fışkıran göz kamaştırıcı bir ışık dalgasıyla ruhuma çarptı. Böyle insanın içine sığmayan büyük, taşkın sevinçlerin verdiği bediî baygınlığa uğradım. Şimdi bu siyah gölgeler, ateşi sönmüş, bütün kudreti parçalanmış güneşler gibi bir bulut karaltısıyla ufku kaplıyor ve biraz dikkat edilince, bu karaltılarla daldalanmış ufkun seyyal bir sisten ibaret boşluğu, onların her birini, havaî bir zemin üstüne kara kalem yapılmış birer atlı resmi hâlinde aksettiriyordu. Sonra gittiler...Ve hareket ederken gökyüzünde fırtınalarla çalkalanan bulut akışıyla gecenin içerisine aktılar, uzaklaştıkça taşlara çarpan demir nalların yaktığı kıvılcımlar, ona şimşekten bir iz yapıyordu.Gittiler...Ve gurbet elinde ruhu hicran ile dolu bir kimsesizin, birdenbire en sevdiği varlıklardan biriyle karşılaşınca duyduğu, o insanı çıldırtan sevinçlerden biri yüreğimi sardı ve silindi.Irak ile Türk'ü hicranla vatan gibi bir araya gelmeyecek kadar birbirine yabancı gördüğüm zamanı düşündüm.Zavallı bizler!... Edirnekapısı'nın açıldığı İstanbul surunu, Çin seddini görmeye gitmek derecesinde harikulade bir seyahat sayarız. Adalar gezintisi bize "Cezîre-i Serendip" kadar uzak gelir. Alemdağı'nı Cenubî Amerika ormanlarından çok az tanırız. Bütün dünya sandığımız İstanbul'a öyle kapanmışız ki öz ırkdaşlarımızın varlığından bile haberimiz olmuyor.İlk önce size Irak Türklerinin bulunduğu yerleri göstermeliyim: Bilirsiniz ki İstanbul'dan Bağdat'a kadar uzayan bir "posta yolu" var Şimdi haritayı alıp -Dicle'nin sol sahilinden geçen bu yolu takip etmek üzere- Musul'dan Bağdat'a kadar bir çizgi çekiniz. İşte bu çizginin uzadığı yerlerde, yani posta yolunun uğrağında bulunan nahiye, kaza, sancak merkezi ahalisi hep Türk'tür!Sayısı yüzbinlerce çıkan bu Türkler ne zaman Irak'a gelmişler? Bulundukları kasabaların, şehirlerin taşına, toprağına, ticaretine ve bütün servetine hâkim, Irak'ın şu parçasına bütün manasıyla hâkim olan bunlar, zannederim, Osmanlı Türklerinden daha evvel buraya gelip yerleşmişlerdir. Bugün yaşayan bizlerin Irak Türkleri hakkındaki bilgimiz bir tarih yoksulluğundan ibaret oluyor. Lâkin tarihin karanlıklarına rağmen burada bir Türklük vardır ki, ben size bunun hayatdar izlerini göstermeğe çalışacağım. Bitmedi. Haşim Nahid(Türk Yurdu, Yıl: 5, S. 94 (21 Ekim 1915) ____________________ IRAK TÜRKLERİ II Başı yıl 5, cilt 9, sayı 3'tedir. "Türk Yurdu"nun muhterem karilerine, Irak Türklerinin cdğrafî mevkiini gösterir bir kroki arzediyorum. Ahalisi Arap olan Nefs-i Musul'un garbında bulunan "Telafer" bu isimde bir nahiyenin merkezidir ki, ahalisi Türk'tür. Birinci makalede kendilerinden bahsolunan o adsız atlılar ihtimal ki Telaferlidiler. İhtimal diyorum; çünkü Musul şehri civarında daha birçok Türk köyleri vardır: Dicle'nin sağ sahilinde bulunan Musul'un karşı yakasında ve "Ninova" harabelerinin üstünde, "Nebiyyullah Yunus" ismindeki köyün ahalisi de Türk'tür. İçinde Hazret-i Yunus aleyhisselâmm mezarı bulunan bu köy halkının Telaferlilerden hiçbir vehicle farkları yoktur. Bunlardan başka krokide görüldüğü üzere "Zap-ı Alâ" ile Dicle'nin birleşip yarımada teşkil ettiği sahada daha birçok Türk köyleri var ki, bunların isimlerini arzediyorum: Karayatak, Yarımca, Reşidiye, Satıh, Seleme, Kadıköy, Kasfahre, Yâvîze, Serbahşan, Karakoyunlu, Tizharab, Harab-delil, Telukûb, Şemsiyan, Bab-ı Niyyet.Telaferli Türklerin Timur ahfadından oldukları hakkında bir rivayetleri var. "Karakoyunlu'larda bu isimde bir Türk aşiretinin bakiyesi farz olunuyor. Musul şehri civarındaki Türklerin lehçesi, Kafkas ve Azerbaycan Türklerinin lehçesine çok benziyor. Etrafında başka milletlerin nüfus kesafetine ve dinî birliğine rağmen bugüne kadar millî varlıklarını muhafaza etmiş, bu Türkleri ilm-i içtima ile meşgul olanlarımız için tetkike pek ziyade lâyık görüyorum: Türkçe söyleyen Karamanlı Rumları temsil edilmekten nasıl ki onların Hristiyanlığı muhafaza etmiş ise bu Türkleri de, aynı dindeki komşularının temsil etmesine, onların lisanı mâni olmuştur: Kitap ciltlerinin nakil ve ispatından ziyade vüsûka şâyân olan böyle hayatdar hadiseler, bize, "milliyet"i teşkil eden unsurlar arasında "din"in ve "lisan"ın mevkiini, sarahat ve kat'iyyede anlatır. Bunların eski kıyafetine, ahlâkına, âdâtına, lisanına içtimaî muhitler oldukça tesir etmiş, Dicle ile Zap-ı Alâ arasında yaşayanların bir kısmı "Aliperest" olmuştur.Şiîliğin muhtelif şekillerinden biri olan "Kızılbaş"lık "Çerağ söndüren”lik Anadolu'da olduğu gibi burada da küçük küçük kümeler halindedir. Bununla beraber bu havalide "Sünnî”liğin bir umumiyet teşkil etmesi bu küçük kümelere ait hususî ve umumiyet tarafından tecessüs ve istihza edilen ayinlerin gizlenmesine, hareketsizliğine, kuvvetten düşmesine ve nihayet unutuverilmesine sebep oluyor. Meselâ eskiden "çerağ söndüren”lerden tanınmış bir aile, kız alıp vermek suretiyle Sünnî ailelere karışınca mezhep ihtilâfını haber veren isim de hatıralara karışmış ve bir gün unutulmuştur. Musul civarındaki. Türk köylüleri hep çiftçidirler. Toprağın ekine müsaadesiyle beraber aynı zamanda geniş yaylaların da bulunması koyunculukla, çiftçiliği ekseriya bir fertte topluyor. Bu itibarla Türk köylüleri ötekilerden farklı değildir. Irak'ta, muhtelif milliyetlerin hercümerci içinde asıl Türklüğü görebilmek için bu köylerden sonra cenuba doğru inmek icap eder:Zap-ı Alâ'yı geçince, şarkta uzanan bir silsile-i cibal ile garpta dumanlara sarılmış bir ehram şeklindeki Karaçuk dağları arasında geniş bir ufuk gibi yayılan, dalgalanan bir yayla ortasında uzaktan uzağa büyük, yassı bir baş ve biraz ötede semâya yükselen bir sütun görünür. Sonra yaklaştıkça bu uzak şekiller yavaş yavaş sarahat alırlar: Bunların birincisi düz bir arazi üstünde fazla bir büyüklük ve heybet alan Erbil Kalesi, öteki de kasabanın bir kenarında eski zamandan kalma bir tek minaredir. Kale ile minarenin bulunduğu yerle, arasında basık damlı, kerpiçten yapılmış evler, girintili ve çıkıntılı çizgilerle cenuba doğru uzanıp gider. İskender ile Dara'nın harp ettiği bu toprağın üstünde şu Türk şehrinin böyle her manasıyla derin bir surette teşekkülünü insan içine girince hissediyor: Beş altı bin hane tahmin olunan şehir halkının ana dili Türkçedir. Çarşılarda, kahvelerde, evlerde, aile ocaklarında konuşulan bu Türkçe işitildikçe, İstanbul ve Anadolu şivelerinden ziyade Azerbaycan ve Kafkas'ınkine daha yakın bir lehçe olduğu seziliyor. Erbil'in etrafındaki nüfus kesafeti Kürtler ve Araplardan ibaret olduğu için bunların bazı kelimeleri Türkçeye karışmış ve buna mukabil bazı Türkçe kelimeler de onların lisanına girmiştir. Erbilli dükkâncılar içinde, şehre gelip alışveriş edenlerle konuşmaya mecbur oldukları için Kürtçe ve Arapça bilenler vardır. Lâkin böyle iktisadî bir tesirden azade olanlar ve bilhassa kadınlar ve çocuklar Kürtçe ve Arapça bilmezler.Erbilliler Kürtlere ve Araplara kız vermezler, lâkin bir Kürt veya Arap kızıyla izdivaç etmiş olanlar vardır.Muharebeye ilk girdiğimiz günlerde Erbil ahalisinin bir defada dokuz bin lira harp ianesi verdiklerini gazetede görmüştüm de bir kaza merkezi olan şu kasabacığın, bir gün içinde böyle mühim bir parayı verdiğine şaşmıştım. Erbil'i görüp tanımak onların serveti ve duygulan hakkında insana pek iyi fikirler veriyor: kasaba içindeki bütün evler, dükkânlar; hanlar, değirmenler, çiftlikler hep onlarındır.Erbil'in ticaretine gelince; iktisadî hayatımızı hep İstanbul'a bakmak suretiyle muhakeme etmekte pek yanıldığımızı görüyorum: Ticaretin en mühim kısmını teşkil eden buğday, arpa ve sair hububat ile yün, celeb gibi ihracat; çuha, kumaş, şeker gibi ithalat komisyonculuğu Türklerin elindedir. Çarşıdaki bazargânlar, haffaflar, yemişçiler, kazancılar, kerpiççiler, ev yapıcılar, bakkal, terzi, saatçi, debbağlar, kasaplar, sebzeciler, palancılar, demirciler, dülgerler, hülasa bütün esnaf yerli Türklerden ibarettir. Erbil'in içinde yerli Hristiyan hiç yoktur. Yalnız 500 hane tahmin olunan bir Yahudi grubu var ki, kuyumculuk tamamıyla onladın elinde olduğu gibi bir kısmı da bazargân ve attardırlar. Köylü kadınların kullandıkları gömleklerin boyacılığını da onlar yaparlar. İthalat ve ihracat komisyonculuğunda da bir mevkileri var. Ve yarıcılık suretiyle çiftçilik ve koyunculuktan dahi yavaş yavaş istifade ediyorlar. Yahudilerin böyle bir mevkii olmakla beraber iktisadî hâkimiyet yine Türklerin elindedir. Lâkin Yahudiler en çok alım satım muamelesi yapılan Bağdat ve Musul'un Yahudileriyle münasebette bulunmakla her gün onlardan yeni bir fikir alıyorlar, terakkîleri de hissolunuyor.Gelecek defa Erbil Türkçesinin lehçe farkından bahis ile cenuba doğru seyahat hatıralarını da birer birer yazacağım. Bitmedi.Haşini Nahid Dicle havzasındaki Türk mevâki-i mükevvenesini gösterir kroki: (Mühendis Hasan Bey tarafından tersim olunmuştur.) (Türk Yurdu, S. 95, 4 Kasım 1915, s. 260-261) ____________________ IRAK TÜRKLERİ III Başı yıl 5, cilt. 9, sayı 3'tedir Lehçe ana lisanın değişen çehresi, şubeleri olduğuna göre Erbil Türkçesinin yazı lehçesi itibariyle İstanbul'unkinden farkı yoktur. Konuşma tarzına gelince; bunu da fiillerin tasrif ve tekellüm tarzı, isimler, sıfatlar, edatlar bir de cümle teşkili noktalarından ayırt etmek icap eder. Gitmek fiilinin müştaklarından bir kaçını zamir-i şahsî edatlarıyla misal olarak göstereyim:"Men gidirem" "ben gidiyorum" "sen gidirsen" "sen gidiyorsun" "o gidir" "o gidiyor" "biz gidiriğ" "biz gidiyoruz" "siz gidersiz" "siz gidiyorsunuz" "onlar gidirler" "onlar gidiyorlar", "gidirdim" "gidiyordum" "gidirdin" "gidiyordun" "gidirdi" "gidiyordu" "gidiriğ" "gidiyoruz" "giderdiniz" "gidiyordunuz" "gidirdiler" "gidiyordular" "git" "gidağın" "gidelim" "gidin" "gidiniz".Aile efradının isimleri de şu veçhiledir:Baba, nene, anne, kardeş, bacı kızkardeş, âmî "amca", dayı, dayze "teyze".Adetleri ifade eden kelimelerden yalnız yirminin kef ini "gelmek" teki kef gibi telaffuz ederler.İnsanın havas vasıtasıyla ıttıla kesbettiği tabiatın basit unsurlarıyla hadiselerinin ve seviyece Anadolu'nun kendi farkı olmayan bir maişet tarzında mevcut hayvanatın, nebatatın ve bütün eşyanın takındığı isimler, sıfatlar bildiğimizin aynıdır. Yemek, içmek, çalışmak gibi hayatî fiillerin de öyle.Gariptir ki bazı asil Türkçe kelimeler buralarda daha canlı yaşıyor. Meselâ "yimek" fiili buranın lisanında mevcut olmakla beraber, bizim yenecek şeylere verdiğimiz "yimek" ismi yerine burada "aş" kullanıyorlar.Edebiyat-ı Cedîde’nin canlandırdığını zannettiğimiz (ışıldamak) kelimesi burada halkın lisanında yaşıyor: -yıldız, ışıldıyor, derler- telaffuzu biraz farklı olan birkaç kelimeyi de size göstereyim: "yulduz" (yıldız), yuldırım (yıldırım), "yev" (ev). Cümlelerin teşekkülünü ve ahengini de Erbil'in bazı şarkılarını yazmak suretiyle izah etmiş olacağım. Bunlar mana itibariyle pek yüksek ve zengin değil; lâkin ekserisi sevgiye, beşerî elemlere âit bu şarkılar, hâlâ bütün asaletiyle yaşayan bir Türk vicdanının varlığını gösterir. Şunu da ilâve edeyim ki, Erbil'de gazele "kuryat", şarkıya da "beste" derler. İşte size birkaç "koryat": Böyle yar.Atın çalmış böyle yarÇek kahrın, götür nazınEle geçmez böyle yar. Şu şarkı o havalide kadınların dört peşli entari giydiklerini anlattığı derecede bir sarahatle sevginin elemlerine varlıkların tahammül kabiliyetini de anlatır. Buna mukabil sevgililerden beklenilen fedakârlığı şu koryat ne güzel imâ ediyor: Bu handan, Kervan geçmez bu handan Kes zülfü, zülfünü mezt eyle, Beni kurtar bu kandan Etrafında bütün azaları toplanmış bir aile ocağının böyle birden bire kaderin, tesadüfün bir cilvesiyle dağılıvermesi karşısında hissedilen derin bir elemin sükût ve sabır içindeki heyecanını seyrediniz: İki kardaş bir anaYığılmıştık bir hanaFelek bir tepme vurduHer birimiz bir yana Şu da âşıkane bir bestedir: Aman yar değme mene "bana"Ne dedim küstün geneEvleri yol istidi "üstüdür"Kemeri bel istidi "üstüdür" Her gün gel buradan savuş "geç" Koy desinler dostıdı "dostudur" Erbilliler ile Kerküklüler arasında şarkılar âdeta müşterektir. Aynı şarkı her iki kasabada söylenir. Şimdi Kerküklülerden topladığım bir kaç kuryatı da zikredeyim: Aslım Karadağlıdı "dağlıdır" Sinem çapraz dağlıdı Kesilmiş gelip giden Demek yollar bağlıdı Aslını unutmamış olan Türk, Karadağlı olduğunu söylüyor. Bu Karadağ, Kafkas dağlarından birinin ismi mi? Yandı canım Tutuştu yandı canım Asıl okun "okunu" atmadan Serende döndü canım Sevgililerin kirpiğini, yan bakışını, oka benzetmek şarkın eski bir buluşudur. Lâkin bu kuryatta âşık sevgilisinin ok darbelerine uğramadan aşkın ateşiyle yanıp tutuştuğunu vücudunun bir serend gibi olduğunu terennüm ediyor. Serend kalburun daha büyüğüne verilen isimdir. Su seni,Su, göğertmiş "nemalandırmış" su seniGeçme namert köprüsündenKoy götürsün su, seni Türkün mertliğe verdiği kıymeti bize gösteren, böyle iki koryat daha var: Namerde merd, Kim diyer, namerde merd? Onda kıyamet kopar: Baş eğer namerde merd! Daldasına (Dalda, melce manasınadır)Ay bitmiş daldasınaLanet namerde gelsin,Özüne daldasınaNamerd aslan olursaSığınma daldasına İşte size bir koryat daha ki, bu Türkün bediî duygularını şekillendirmek için tabiattan timsal almasını pek güzel bildiği derecede size çoban ruhunu da fâş ediyor. Bu koryatta çaya inen güzel kadınlara karşı duyduğu bediî heyecanı bakınız Türk nasıl haykırıyor: İndiler çaya bular "bunlar" Benzeri "benziyor" aya bular Menim "benim" bu süd gönlüme, Vurdular maya bular! Genç ve tecrübesiz bir yüreğin birdenbire garip bir heyecanı ile titremesini, beyaz ve durgun bir süt tabakasının yeni bir mahiyetle bulanıp kaynaşmasını ne güzel izah ediyor.İnsanlar için ezelî olan aşk, medeniyetin bir seviyesinde hemen hayatın her şeyi oluyor. Lâkin sevginin ibda ettiği ve asırlarca dilden dile dolaşan neşîdeler, Irakta böyle geniş ve müessir âmillerin ortasında bir insan kitlesini, lisanıyla düşünce ve duygu tarzıyla böyle canlı tutmakta ne kadar kuvvetli ve yenilmez bir âmil oluyor! Bu itibar ile pek çok kıymeti olan âşıkane koryatlardan, bestelerden birkaçını daha yazacağım: Beste Daş attım nara değdi Nardan duvara değdi,Dilimden hata çıktı: Söz gitti yara değdi. Beste Karşım alıp yar manimGünüm geçer zar manim.Gel felek ispat eyle:Hangisi "hangi" günüm şadumanım? Koryat Bağa duvar,Çekmişler bağa duvarKaşın bağ, gözün bağvân (bağban-bahçıvan)Kirpiğin bağa duvar Müşebbih ile müşebbiheye arasında değil, bunu bulan fikirde, böyle ince bir nakış, minyatür itinası var! Beste Gelin "geliniz" gideğ "gidelim" biçine "biçme" İmam Kasım içine Yarimin dudakları Benzer badem içine. Koryat Başında çit hazarı, (çitten yazma demek) Gösgü (göğsü) cennet pazarı Biteydim ayrılık var, Kurnazdım bu pazarı Koryat Yüz yerden, yaralıyım yüz yerden Yarsız yaram sağalmaz, Tabip gelse yüz yerden Muhterem karileri daha ziyade sıkmamak için buna bir koryat daha ilâve edeceğim: Koryatın bir macerası da var: Rivayet ediyorlar ki Mustafa isminde Erbilli bir genç çocuk, pek meşru bir tehevvürle ustasını öldürdüğü için idama mahkûm olur. Çocuğu ellerinde kelepçe asmaya götürürlerken darağacının ve toplanan halkın yanında son .zaafını haykırır: Saray kapısında duranlar, Bilekçemi kıranlar Meni boğmaya götürürler, Çevirin Müslümanlar! Şimdi bu koryatı her söyleyen, masum bir çocuğun cenazesini de hatırlar.Erbil'in geçen defa servetini, ticaretini, bugün de lisanının ve vicdanının canlılığını bir müşahede kabilinden olarak zikrettik. Gelecek makalede, krokiyi takip ederek Altınköprü, Kerkük ve saireye ait seyahat hatıralarını yazacağız.Haşim Nahid İlâve: Erbil'in mahallî sanatları da var: Biz dokumak "cecim", "doğurt" dedikleri yünden ve pamuktan battaniyeler işlemek, başörtüleri, takke, yakalık gibi el işleri... Bitmedi.H. N. (Türk Yurdu, S. 96, 18 Kasım 1915, s. 271-273)____________________IRAK TÜRKLERİ IV Başı yıl 5, cilt 9, sayı3'tedir Türk Yurdu'nun 94. sayısındaki krokide gösterildiği üzere Erbil'den cenuba doğru inince, "Altınköprü"ye gelinir. Küçük Zap'ın üstünde Murad-ı Râbı tarafından yapılmış sağlam bir köprünün kemerleri yanında tesis eden şu kasabacığın ahalisi hep Türk'tür. Beş altı buzhane tahmin olunan Altınköprülülerin şiveleri biraz yayvan olmakla beraber Irak Türklerinden hiçbir farkı yoktur. Kasabanın İstanbul-Bağdat yolu üstünde bulunması ve bir de Bağdat'a ihracat için yegâne nakliye vasıtası olan nehrin hemen kenarında olması Altınköprü ahalisini çiftçilik ve koyunculuktan ziyade ticarete sevk etmiştir. O havalinin buğday, arpa, yün, mazı, ketire, peynir ihracatına ya doğrudan doğruya iştirak ederler yahut da eşyanın naklolunduğu "sal"ların malzemesini satmakla istifade ederler. Asıl kara yoluyla yapılan ticaretten fayda temin etmelerine çiftçiliği ve koyunculuğu da ilâve etmelidir.Şimdi yine krokiyi takip edelim: Cenuba doğru sekiz on saat mesafede "Kerkük" kasabası var ki, bu isimde bir livanın merkezidir. Kerkük; nüfusunun kesafeti itibariyle Irak Türklerinin hemen merkezi sayılabilir: On bin hane tahmin olunan bu kasabanın taş ve kireçten yapılmış beyaz duvarları arasında akın akın giden insanların kıyafeti, lisanı, tavırları size bir Türk şehrinde olduğunuzu ümit ve kuvvetle hissettirir. Kerkük'te -Erbil'de olduğu gibi- bir kale var: (kale; eskiden sun’î olarak topraktan, taştan yapılmış bir tepenin üstünde etrafını, hanelerin cephesinden ibaret bir sur ihata eder ve surun kapısından içeriye girilebilir. Asıl toprağın seviyesinden kaldırım tarzında bir yokuş var ki kapıya müntehi olur) Şehrin en güzel ciheti "Kurya" mahallesidir. Eğer mevsim baharsa, sokaklardan geçerken, billur suların kanallardan aktığını, duvar üstünden sarkmış limon ve portakal ağaçlarının beyaz çiçekleriyle bütün yerlere bir yıldız seması işlediğini görürsünüz. Havayı dolduran nefis bir koku, sizi mest eder. Kahvehanelerde suların kıyısında iskemlelere oturmuş konuşan ve gülen insanlara biraz yaklaşırsanız onlarda derin bir samimiyetle ruhunuzu mest ederler.Kerkük; nüfusunun kesafetiyle Irak Türklerinin merkezidir, diyorum; çünkü Türk olan sade şehir değil, şehrin etrafında da birçok Türk köyleri vardır: Kızılyar, Bilade, Tis'în, İmam Zeynelâbidin, Taze Hurmatu, Ramazancık, Çardaklı, Tergelan, Topuzâde, Kümbetler, Çöplüce, Bâcevan, Tercil, Tirkesgan, Lilan, Yahyaâbad, Tokmaklı, Karalı, Ömermendan, Köçek.Bu Türk köylerinin isimleri ve ahalisinin miktarı hakkında kâfi derecede tahkikat yapılamadığına müteessirim. Bununla beraber şu bir hakikattir ki, çiftçilik ve koyunculuk eden bu Türk köylüleri, köy hayatında bile varlıklarını muhafaza edebilmişlerdir.Kerküklülerin ne lisanları, ne servetleri, ne de ticaretleri hakkında izahat vermeyi zâid görüyorum.Erbil'e ait malûmatı Kerkük ahalisine de tamim edebilirsiniz. Aralarında sade şu fark var ki Kerkük; etrafındaki muhtelif kavimlerin tesirâtından daha az müteessir olmuş. Irak Türkleri arasında böyle nesilden nesile intikal eden bir rivayete göre, Urfalılarla (dayı, yeğen)dirler. Filhakika bu rivayeti teyid eden iki canlı vesika vardır: Lehçe ve şarkı! Irak Türklerinin lehçesiyle Urfa'nınki birbirine pek benzer, Bir Urfalı ile bir Iraklıyı karşı karşıya oturtup onların konuşmalarına dikkat edince bunu derhal teslim edersiniz. Sonra, şarkıların ahengi birbirinin o kadar aynıdır ki, bir Urfalının da, bir Iraklı Türk'ün de yüreğini aynı tesirle heyecana getirir. Sırası gelmişken Irak Türklerine ait bir şarkıyı da yazayım: "Bağdat'ın yollarında Su durmuş göllerinde Bir çift kolbağ olaydım Yârimin kollarında" "Zap-ı Alâ" ile "Hazar" nehirlerinin teşkil ettiği yarımadada ve Telafer'de bulunan Türkler arasında Şiî (secte) fırkalar mevcut olduğu gibi Kerkük'le civarında da vardır. (Erbil'de bu fırkalardan bir tek adam bile yoktur. Erbilliler umumiyetle Sünnî olup Hanefî ve Şafiî mezhebine sâliktirler.).İkinci makalede Musul civarındakiler için söylediğim gibi buradaki muhalif fırkalarda bilhassa Sünnîlerin daha kesafetli bulunduğu yerlerde, ayinlerini mürûr-i zaman ile terk edip kız alıp vermek suretiyle asıl kitle içine karışıyorlar; lâkin toplu bir hâlde yaşayanlar; muhafazakârlıkta devam ediyorlar.Kerkük'ün cenubunda, bir nahiye merkezi olan Tavuk ahalisi bu kabildendir: Beş altı vüz hane tahmin olunabilen bunlar, küçücük kasabalarında hususî bir muhit, hususî bir hava halketmişlerdir.İnsan, böyle muhtelif milletlerin, kıyafetlerin, an'anelerin mahşeri içinde yuvarlanıyor hissiyle, Kerkük-Tavuk yollarını kat edip de Tavuk'a gelince; yer yer hurma ağaçlarının yükseldiği ve kanalların uzanıp gittiği sokaklarda iri boylu, pos bıyıklı, uzun sakallı, vakur adamların karşısında, "yeniçeri" kıyafethanesinin birden canlandığını zanneder; bu insanlar eski Türklere o kadar benziyor! İhtimal; bu dinî muhalefet, onların seciye asaletini yaşatmakta hayırlı bir âmil olmuş. Bana, Tavuklular kadar eski Türk hayatını sezdiren hiçbir şey olmadı. Kıyafetlerinde, tavırlarında söyleyişlerinde ve simalarında öyle asil bir hususiyet var ki muhitin dayanılmaz tazyikleri altında asla değişmeyen, sarsılmayan kudretinin tesirini tâ kalbe kadar nüfuz ettirir.Tavuk'tan sonra "Tuzhurmatu" gelir. Burası da beş altı yüz hanelik bir Türk yurdudur. Tavuklulardan hiçbir farkları yoktur: Lisan, âdet, maişet ve her şey onlarınki gibi.Milletler için bir toprağa oturup yerleşmek hâlini temeddünde yüksek bir seviye addederler.Filhakika çadırdan çatı altına girmek tekâmülün yüksek bir derecesine çıkmak demektir. Ve Rumeli Türklerinin yerleşmiş iken hicret etmeğe hazırlanıyor hissini veren hâlini bir düşününüz, sonra ecnebî âlimlere, Türklerin istikrarcı bir millet olmadığı fikri mutlaka Rumeli Türklerinden gelmiştir, diyeceksiniz.Şüphe yok ki, sizi de, ecnebî âlimleri de aldatan,' muhtelif din ve ırk mücadelelerinin, o kan ve ateş kasırgasının asırlarca böyle hiç dinmeyen tesirlerini görememek olmuş!Şimdi biraz da Irak Türklerini tetkik ediniz, göreceksiniz ki, Türk, cidden istikrarcı bir millettir.Erbil, Altmköprü, Kerkük, Tavuk, Tuzhurmatu ve nihayet Eski Kefri!... Türk, buralarda; cezirlerini toprağın tâ derinliklerine kadar indirmiş ağaçlar gibi toprağa yerleşmiş ve kökleşmiştir! Bitmedi. Haşim Nahid İlâve: Gelecek makalede şair Fuzûlî'nin Irak Türklerinden hangi aşirete mensup olduğunu ve tesirini kaydedeceğiz.H. N.(TÜRK YURDU, S. 97, 2 Aralık 1915, s. 280-181)____________________ IRAK TÜRKLERİ V Başı yıl 5, cilt 9, sayı 3 'dedir Irak Türklerinden bahsettiğim şu sırada, Irak cephesinde kazandığımız son muzafferiyetin sevincini, bütün etrafımdakilerin gözlerinde ve dudaklarında sezmekten duyduğum bahtiyarlığı kaydedeceğim. İngilizlerin pek nadir bir av avlamak için vahşî zevklerini sükûtlarıyla gizleyip ehemmiyetsiz bir alış veriş eder gibi Dicle ve Fırat'ta vapur işletmek imtiyazını bizden istedikleri zamanı hatırlıyorum. Mukaddesatı tahkir edilen bir genç mekteplinin bütün isyanları ve delilikleriyle o zaman ne kadar çırpınmıştım ve ne kadar yalnızdım. Şimdi İngiliz kuvvetinin Irak'ta kırılıp ezilmesinden hep seviniyoruz; çünkü Irak'ın bir Türk yurdu olduğunu artık hep biliyoruz.Şimdi seyahatimize devam edebiliriz: Irak'ta Türkler, cezirlerini toprağın tâ derinliklerine indirmiş ağaçlar gibi yerleşmiş ve kökleşmiştir, diyordum. Şu hâl "Salâhiye" denilen "Eski Kefri"de de görülür: Ekseri taş ve kireçten yapılmış binalarıyla, içinden yer yer kanallar akan sokakları, limon ve portakal bahçeleriyle, satıcı sıfatlarının küme küme ayrıldığı çarşısıyla ve nihayet ahalisinin kıyafeti, lisanı, düşüncesi ve duygusuyla "Eski Kefri" pek sevimli bir Türk kasabasıdır. Hane miktarı dört beş bin tahmin olunabilir. Civarındaki köyler de şunlardır:Yenice Yaplan, Şeyh Muhsin, Oniki İmam, Sahsivan, Nisa, Kekezyan, İbrahim, Sahîn, Ömerbil, Cebhal. Bunlardan başka Bayat aşiretine ait birçok köyler var. Buradaki köylerin ve ahalisinin miktarı hakkında sağlam tahkikat yapılamadığını işaret etmeliyim.Hukuk Mektebi’ne girmek üzere Erbil'den Bağdad tarikiyle İstanbul'a gelirken Eski Kefri civarında bir gece Bayat aşiretine mensup Türklere tesadüfü hatırlıyorum. Tarlalarında çalışan üç beş Türk bize, nereden gelip nereye gittiğimizi soruyorlardı. Yıldızlı bir gecenin gölge hâlinde gizlediği simalarını onlar konuşurken söyleyişlerinin ahenginden taşan bir neşe ile ruhumuza nakşettiler. Gece tarlalarında çalışan bu yorgun argın adamların ruhunda, hangi esrarlı kuvvetti ki, böyle birdenbire taşıp izleri tâ bizim ruhumuza kadar gelen bir sevinç halketmişti? Bu pek sade bir kuvvettir: Ana dili! Tarlasında çalışırken karanlıklar içerisinden çıkıveren biz, onlarla Türkçe konuştuk. Ve tıpkı karanlıklar içinde eşyanın silikliği gibi ruhlarının derinliklerinde gayr-ı şuurî olarak uyuyan Türklüklerini uyandırmıştık.Acaba Fuzûlî'nin, izleri sönmemiş dehasının ateşi, ölmeyen ruhlar gibi bir sevgi, bir neşe hâlinde mi onlarda yaşıyor? Evet, öyle de olabilir, zaten Fuzûlî, Bayat Aşiretindendir diyorlar.Irak Türklerinin şu rivayetini, Fuzûlî'nin Irak Türkleri üzerindeki tesiri de ispat eder:Fuzûlî'nin divanı, mukaddes bir kitap gibi elden ele dolaşır. Fuzûlî'nin adını halkın en aşağı, en basit düşüncelileri tanır ve şiirini de bilir. Çünkü divanhanelerde, kahvehanelerde en çok okunan, söylenen odur.Halkın haz ve eleminin birçoğunu ve bilhassa aşka ve muhabbete ait duygularını Fuzûlî'nin mısralarıyla ifadeye çalışırlar, Fuzûlî'nin birçok gazellerini terennüm ederler. Çocukluk hatıralarından Fuzûlî'ye ait sahneleri yaşarken onun edebî tesirinin derinliklerini görür gibi oluyorum:Erbil'de kibarların "divanhane" dedikleri selâmlıklar var. Bu divanhaneler, her sabah ve her akşam seviyece birbirine az çok yakın bir zümreyi toplar. Başlarında abanî sarık, kutnî, ipek entariler, kürkler, çuha abalar giyinmiş ve ellerinde kehribar başlıklı uzun çubuklar tüten vakur ve mağrur bir zümre içinde bazen vezin ve kafiyenin ahengini bütün kudretiyle terennüm eden bir ses yükselir ve herkes sükût ve vecd içinde onu dinler. İşte böyle ekseriya okunan ve dinlenen Fuzûlî'nin beyitleridir. Çocuk ruhumun içinde aynı sükût ve aynı vecd ile dinlediğim Fuzûlî'nin benim bediiyat duygularımı nemâlandırmakta çok tesiri olduğunu bildiğime ve içinde yaşadığım bir muhitin hayatına ait bütün teferruatı yakından tetkik ettiğime göre bende şu kanaat teessüs etmiştir: Irak Türklerinin bediî duygularını ve lisanını yaşatan âmillerin en tesirli ve kudretlisi Fuzûlî'ninkidir!En kudretlisi diyorum, çünkü daha başka eserler de var: Mevlûd kitabı, Âşık Kerem, Âşık Garib, Ferhat ile Şirin...Irak Türklerinde zekânın şiddeti, sürat ve ahengi, onların bediiyat istidadını gösteren bir hâl var: Kasabaların hususî muhitlerinde şairler hiçbir zaman eksilmez. İşte bu yaratılıştaki istidadın tezahürleri ne derece kuvvetsiz ve süreksiz olursa olsun Fuzûlî'nin bunda bir hissesi vardır.Kafkas Türkleri üzerinde de Fuzûlî'nin tesiri olduğunu Kafkaslılar söylüyorlar. Bunu izah etmek de onlara düşer.Eski Kefri'den sonra birer karyeye benzeyen Karatepe, Deli Abbas kasabacıkları gelir. Buralarda Türk hayatı nüfusun nispetine göre küçülüyor ve Bağdat'a yaklaştıkça Türklüğe ait hayatî izler hemen siliniyor gibidir. Lâkin Bağdat şehrinin içerisine girip de bütün köşe bucakları şöyle bir tetkik edince kuytu bir yerde Türklüğün canlandığını göreceksiniz: Bağdat'ın içinde bir Karagol (bildiğimiz karakol kelimesinin hemen aynıdır) mahallesi var ki, her haliyle Bağdat'ın bir parçası olmakla beraber buradakiler Türkçe konuşurlar. Bu Türkçe Arap dili ve kelimeleri tesiriyle öyle bir tarz almış ki Türkçe olduğundan şüphe edersiniz. Meselâ öz kelimesi iz şekline girmiş ve gözüm hitabı yerine aynî tabiri yerleşmiştir. Bu mahalle halkının şivesi lisan unsurları Araplaşmakla beraber asıl Türkçenin bazı asil kelimeleri, sarf ve nahiv kaideleriyle beraber yine yaşıyor. Hülasa Karagol mahallesinin lisanı "bir Arapça-Türkçe melezi" olmuş. Tarihî tesadüflerin husule getirdiği bu ırkî ihtilâtı etraflıca tetkik ettikten sonra hüküm vermek icap eder. Bilhassa Abbasîler zamanında Türklerin böyle hükümran bir unsur hâlinde Bağdat'ta yerleştiğini, Bağdat'ın etrafında şehirler tesis ettiğini müphemce biliyoruz. Tarihçi olduklarını iddia edenler için, işte böyle cazibeli, merak verici tetkik sahaları vardır. Bilmem, sade Avrupalı tarihçilerin sahifelerini okuyup dilmaçlık etmek, onların fikirlerini tereddütsüzce kabul edip ravîlik yapmak -ben tarih ile meşgulüm- demek için kâfi mi?Bağdat'ın içinde şöyle ipin ucunu kaybeder gibi Türklüğe ait izlerin siliniverdiğini gördükten sonra yüzünüzü Bağdat'ın şarkına çevirmelisiniz. Orada Mendeli, Hanikin, Şehriban kasabalarını göreceksiniz ki, ahalisi Türk’tür. Hanelerinin miktarı üç beş bin arasında mütehavvil olan bu kasabalar ahalisine de Irak Türkleri hakkındaki malûmat tamim olunabilir; çünkü ne lisan, ne istikrarcılık, ne de servet itibariyle öteki kasabalar ahalisinden farkları var. İnsan meçhulü sevemez, bir şeyi sevebilmek için tanımalıdır. İşte bunun içindir ki, müterakkî milletler vatanperverlik hissini terbiye için memleketin coğrafyasını pek iyi tanımayı lâzım görüyorlar, bir İstanbullu İstanbul'un her köşesini, tabiî manzaralarını bildiği için sever. Ve bir Konya köylüsü, sade köyünü tanıdığı içindir ki vatan hududunu köyünün hududundan ibaret zannediyor. Ben de Irak'ı ve Irak Türklerini bütün Türklere sevdirmek için -eserimi ikmal etmiş olmak üzere- Irak'm tabiî manzaralarını ve tabiî servetini, Irak Türklerinin biraz da tabiat ve ahlâkını gelecek makalede izaha çalışacağım. Bitmedi. Haşim Nahid (TÜRK YURDU, S. 98, 16 Aralık 1915)____________________İRAK TÜRKLERİ VI Irak'ın siyasî hududu çok defa değişmiştir, bugünkü şekli ise üç vilâyetimizden ibarettir: Musul, Bağdat, Basra. Irak Türkleri, ikinci makale ile neşrolunan krokide gösterildiği üzere, Musul şehri civarından Bağdat şehrinin içerisine, oradan da İran hududuna kadar olan yerlerde sakindirler. Artık ben de yalnız şu kısmın tabiî manzaralarından ve servetinden bahsedeceğim:Şimdi Musul şehrinin karşı yakasında bulunan "Ninova" harabesini hareket noktası farz ederek ilin önce bir kuş bakışıyla etrafını seyretmelidir: "Ninova"nın bir yığın toprak gibi şekillenen arızalarıyla yeryüzünün uzanıp gittiğini görünce tabiatın güzelliklerini temaşadan evvel "Mezopotamya"daki Asur medeniyetinin izlerini araştırırsınız... Lâkin ne "Asılı Bahçe”leri, ne "Kanatlı Boğa”ları, ne de üstünden altı atlının yan yana geçebildiği geniş surlar arasındaki şehri görebilirsiniz ve ne de altın arabasının arkasından hesapsız cengâverler alayı koşan "Semiramis"i... O orduların âşığı, o orduların aşüftesi ve onların katili olan Semiramis... O Semiramis ki, ilâhî bir iklimin kayalıkları arasında, ilâhların ipek kanatlan altında, nazenin güvercinlerin kutsî bir izbeden getirdikleri sütlerle beslenmişti. O Semiramis ki, ölünceye kadar taşa, toprağa kan içirdi, o ordularının seviştiği kahramanların yüreklerinde yaktığı alevlerden düşmanlarının üstüne daima yıldırımlar yağdırır, şehirlerde yangınlar yapar, kan selleri akıtırdı. O, saçlarından çekilen bir kadın itaatiyle arkasında sürüklediği insan kasırgalarını iklimlere saldırır kişverler fethederdi ve nihayet bir gün bütün erkek şehinşahlığını unutarak Mısırlı bir esir için hakikî bir kadın gibi ağladı... Şimdi ne o var, ne saray var, ne de içinde cennetler ibda ettiği ormanlar var... Şimdi yeryüzü kuru ve çıplak, toprak yığınlarıyla şekillenerek mazisinin karanlıklarından size hiçbir şey söylemez!...Temaşanıza devam ediniz: Cenuba doğru takip ettiğiniz şu hafif arızalı sathın sağında Dicle nehri gümüş bir kurdela gibi uzanıp gidiyor ve sol tarafında sisli ve beyaz şâhikalı bir dağ silsilesi yükselip imtidat ediyor. Tâ cenupta Irak Türklerinin bulunduğu son noktaya kadar arazi böyle seyyal ve sabit iki çizgi ile çerçevelenmiş gibidir. Şimdi buna, şark cihetinden akıp Dicle nehrine karışan Hazar, Büyük Zap, Küçük Zap, Diyale nehirlerini, bir de Erbil'in cenûb-ı garbîsinde uzaktan hemen siyah bir tepeciğe benzeyen Karaçuk dağıyla Erbil-Kerkük arasında arzın bir irtifâından ibaret taşlık çıkıntıları ilâve ediniz, umûmî manzarayı ikmal etmiş olursunuz. Dicle'nin sağ sahilini teşkil eden El-Cezîre yahut Mezopotamya düz ve kumluk bir satıhtan ibarettir.Irak'ın bahsettiğim kısmında dört mevsim tamamıyla hükmünü icra eder ve kışın çok defa kar yağar. Şimdi yüksek bakışlardan vazgeçip de bilhassa bahar zamanında şöyle bir seyahat ederseniz tabiî manzaraların güzelliklerini daha yakından, daha canlı ve müessir görürsünüz. Bazı noktalarda Boğaziçi kadar bir genişlik alan Büyük Zap nehrinin, taştığı zamanlar, önüne gelen her şeyi kırıp ezen, söküp götüren azgın ve taşkın sularını birçok tehlike heyecanlarıyla geçtikten sonra, hafif meyilli arazinin yavaş yavaş yayıldığını, genişlediğini görürsünüz ve eğer biçim zamanı ise en yüksek boylu atların güçlükle içinde görünebildiği ekinler ve rüzgârlarla dalgalandıkça yeşil ve nihayetsiz bir deniz üstünde geziyorsunuz hissiyle ruhunuzu bir nâmütenâhîlik istiğrakı sarar. Gözlerinizin hudutsuz in'ikâsı ile ziya gibi dağılan dikkatinizi toplayabilirseniz, bu yeşil denizde yer yer sarı, beyaz, mor dalgaların uçuştuğunu ayırt edersiniz ve ihtisasınızda tedricî başlayan bir sarahatle çiçeklerin güzelliği, havayı dolduran nefis kokular gittikçe daha derin, daha canlı, varlığınıza nüfuz eder. Hafif meyilli dereler, şakır şakır akan çayırlar yeşillikten, hudutsuzluktan yorulan gözlerinizi bir müddetçik avuturlar; bu, tıpkı büyük, yüksek dalgalar gibidir ki, denizin enginliğini, gökyüzünün genişliğini bir iki saniye sizden saklar. İşte böyle muvakkat hâilleri geçince, aynı yeşil âlemin hudutsuzluğuyla tekrar karşılaşırsınız. Bazen bir yamacın üstünde, bir bayırda beyaz köpüklere benzeyen birçok kümelerin çalkalanıp dalgalanması, dağılıp toplanması gözünüze çarpar, az daha yaklaşınız: Yüz, bin, beş bin, on bin... Bu kara benekli beyaz dalgalar, yeşil denizi gezen koyun sürüleridir! Uzaktan ocaklarının dumanlan tüten köyler, kasabalar ve siyah çadır obalarından sonra manzaranın tenevvuu nâmına en çok göreceğiniz işte bu koyun sürüleri olur. Tarla ile koyun sürüsü, servetin yegâne unsurları gibidir. Köylüler hem çiftçi, hem de koyuncu olduğu için ekin zamanını köyde geçirir ve bahar gelince sürülerini alıp yaylaya çıkarlar. Böyle yirmi otuz, kırk ve daha ziyade çadırların teşkil ettiği obalar otla suyun mebzul olduğu mıntıkalarda mütemadiyen seyahat ederler. Kasaba halkından zengin, hâli vakti yerinde olanlar, baharı ya çiftliğinde yahut bu seyyar obalar içinde geçirirler.Birkaç sene sıra ile çobanlarımızın obasında geçirdiğim bahar hayatı, çocukluk hatıralarımın en canlı, en şen parçasıdır. Yerler biraz yeşillenince Erbil'in sokakları gözümde daralır, etrafımda hoş gördüğüm her şey manasız, can sıkıcı bir şekil alırdı ve kırlara ait tahassürümü uyanıkken söyler, rüyada sayıklardım. En büyük bir bayram günü neşesiyle gidip kavuştuğum yaylalar, daha başka türlüsünü tasavvur edemediğim birer cennet olurdu. Sabahleyin süt kuzularıyla beraber çadırdan çıkar, ilk güneş huzmelerinin başlarına çiğden bir elmas tanesi taktığı çiçeklerin, çimenlerin üstünde koşardım; sevincimden kuzuların, kırların saçını yolardım.Bazı derelerde, taşlıklarda teşekkül etmiş berrak göllerin, bazı da durgun suları narin akislerle nakışlanmış ve korkutmaktan ziyade dalgın gözlerle seyretmek, esrarlı hışırtılarını dinlemek arzusunu ruha veren sazlıkların etrafında dolaşırdım; lâkin bunların hiçbiri Dicle'nin, yüreğimi tâ derinden sarsan tesirini yapmazdı. Şarktan cenuba doğru uzandığını söylediğim dağ silsilesinin eteği, sanki göze görünmeyen tedricî bir basıklıkla Dicle'nin kenarına kadar eğiliyor. Silsile ile Dicle arasındaki takriben onbeş, yirmi saatlik bir sahanın herhangi bir yerinde yüksek bir noktaya çıkarsanız Dicle'yi görebilirsiniz. Ben de yaylada obamız yerini değiştirdikçe Dicle'ye daha ziyade yakınlaşıyoruz hissiyle yol uğrağındaki irtifalarda hep onu arardım.Tepelerin, bayırların gittikçe alçalan yeşil, daima yeşil arızaları birdenbire güneş altındaki bir ayna parıltısıyla uzanan gümüş ve geniş bir kurdela ile nihayet bulur: İşte bu Dicle'dir! Ağaç kovuklarında, karanlık mağaralar içerisinde yaşayan ilk insanın çıkan aya ve güneşe karşı sezdiği hayret ve heyecan ile onun aydınlık ve güzellik cennetine ne kadar koşmuştum! Kaç defa uyurken, onun uzaktan uzağa işittiğim derin, boğuk, kudretli sesiyle uyanmış ve bütün esrarının ruhumu cezbeden manalarını onu sade dinlemek ve görmek arzularımda toplamıştım...Irak'ın geceleri sahnelerde elektrik huzmelerinden yapıldığını gördüğünüz ziya kubbeleri gibi yıldızlarla işlenmiş mavi bir semâ ile örtülüdür. Gökyüzünün koyu maviliği üstünde parlayan yıldızlar, sarmaşık dallarının ördüğü kameriyelerden sarkmış beyaz güller gibi hemen başınızın üstünde titrer. Az daha yüksek bir yerden elinizi uzatıp temas edecek kadar yakın, pek yakın sandığınız yıldızlar şöyle huzmelerini çizebileceğiniz bir parlaklıkla ışıldarlar. Samanyolu (Kehkeşan), gümüş kakmalı bir kemer gibi, maviliğin üstünde ufkun bir bir ucundan arza doğru sarkıyor, ışıklarıyla varlığınızı sarıyor zannedersiniz.Bahar mevsiminde Irak'ın yeryüzü, çiçek dalgalı yeşil bir deniz, gökyüzü yıldız ışığından işlenmiş beyaz güllü mavi bir kameryedir.Büyük Zap ile Küçük Zap'ın arasındaki saha (Erbil bu kısmın ortasındadır), Karaçuk Dağı ile bazı hafif arızalar hesaba katılmazsa hemen baştan başa bir ovadır. Altınköprü ile Kerkük arasında şark silsilesinin hafif meyilli imtidatları geçince o havalinin de aynı manzarayı aldığını görürsünüz. Buralarda fazla olarak limon, portakal bahçeleri, Tuzhurmatu, Salâhiye civarında hurmalıklar, manzaraya bir yenilik ilâve eder. Krokide gösterildiği üzere Salâhiye'den Karatepe, Deliabbas ve Bağdat'a, oradan da Hanikin ve Mendeli'ye kadar arazi hep böyle düzdür ve ekine müsaittir. Yalnız Salâhiye-Bağdat yolu ile Dicle arasında kumluk bir saha var: Karfa Çölü. Bir defa Bağdat'a giderken beraberinde bulunduğum kervan bu çöl yolunu takip ediyordu: Bir yaz günüydü, güneş semt-i re'sten biraz aşağıya sarkmıştı. Küçük bir köy olan Son Konak'ın serin gölgelerinden ayrıldık; ve çölün içerisine girdik.Havanın sıcaklığı, cildin üstünde duyulan ılık bir nefes gibi, varlığımızı sarıyor, kurşunî kum dalgalarının üstü gümüş ve ayna kırpıntıları parıltısıyla parlıyordu.Ne bir ot, ne bir ağaç, ne bir taş, ne bir gölge; hiçbir şey yok. Solgun parıltılarla uzanan nihayetsiz bir çöl... Üstümüzde zırhlı tekneleri renginde durgun, ağır bir semâ ile, volkan ağzına benzeyen değirmi, göz kamaştırıcı bir güneş... Böyle iki kızgın tabakanın kızgın bir hava ile dolmuş muhiti içerisinde, göğsümde bir ağırlık duyarak hayvanımı sürüyor, boş ufuklara göz gezdiriyordum. Birdenbire ufukta sularının kabardığını seçtiğim geniş ve taşkın bir nehir akmaya başladı, daha ötede sokakları hendesî bir şekilde intizamlı, muazzam binalarıyla, yüksek kubbeleriyle, hayat ve hareketle canlanmış büyük bir şehir irtisam etti! Bu, Bağdat mıydı? Dikkat ettim; büyük bir yelkenin gevşeyip sallandığı zaman düz safhasının birbirine ittisali olan dağınık kıvrımlarla bükülmesi, gölgelenmesi gibi, bu meçhul şehrin hendesî şekilleri yeni çizgilerle dalgalanıyor, ufukta sallanıyordu!Bu nehir ve bu şehir, insanın bediî heyecanını hiçbir manzaranın yapamadığı bir harikuladelikle tehyîc eden, seraptı, serap... * * * Irak'ın tabiî servetini de birkaç kelimede toplayacağım: Su, toprak ve petrol madenleri! Suyun nereden geldiğini bilirsiniz. Araziye gelince, Dicle'nin sağ sahili Musul'dan Bağdat'a kadar çölden ibarettir. Sol sahilindeki Karfa Çölü'nü de buna ilâve ediniz. Dünyanın zahire ambarı olduğunu tarihin haber verdiği bu yerlerin böyle bir kum çölü hâline gelmesini, ormanların kesilmesine, Dicle'nin, Fırat'tan açılan sun'î kanalların kapanmış olmasına atfediyorlar. Irak'ta toprağın bereketli olduğunu, ekilip biçilen yerler bize pek güzel ispat ediyor. Anadolu'da, Rumeli'de buğday, arpa mahsulünün en çok bire yirmi ve nihayet otuz nispetinde olduğu bir istisna hâlinde zikredilebilir. Hâlbuki Erbil civarında aynı mahsullerin bire yüz, bire yüz altmış olduğu görülmüştür ki, bu tarihin şehadetini tasdik eden canlı bir vesikadır. El-Cezire ile Dicle'nin sol sahilindeki bu kumluk yerlere sun'î kanallar açılırsa, suların ihtiva ettiği teressübâttan kumlar üstünde yeni bir arazi tabakası teşkili kabildir. Ve o zaman bu yerler bütün dünyada bir misli daha bulunmayan zengin bir kıt'a olur.Petrol madenleri de kıymetçe bundan aşağı değildir: Musul civarında Hamam-ı Ali, Şerkat, Aynülgazel, Kerkük, Mendeli, Hit petrol kuyuları iptidaî vesâitle bugün işletiliyor. Lâkin bu vesâit o kadar kifayetsizdir ki meselâ Hit civarında petrolle ziftin su gibi Fırat nehrine akıp dökülmesi bizim bundan istifade edemediğimizi pek güzel gösterir. İhtisas erbabından tahkik ettiğime göre Musul'dan Bağdat'a kadar bir tabaka hâlinde tahte'1-arz mevcut olan ve bazı noktalarda yerin yüzüne fışkıran petrollerin menbaı, Rusya'daki petrol madenlerinin menbaıyla müşterektir. Ve bize madenlerimizi mükemmel, fennî vasıtalarla işlettiğimiz günden itibaren Rusya'daki petrol madenleri fakirleşir.Yine mütalâalarını sorduğum ihtisas erbabı diyorlar ki dünyada en çok petrol satan Amerika'dır ve dünyada mevcut petrolün en mühim kısmı Amerikalı şirketlerin elindedir. Hatta Rusya'daki petrol ihracatının bir kısmı da bu şirketlerin eline geçmiş. Bu itibarla petrolün Amerika inhisarına geçmesine mâni olacak ve Amerika ile rekabet edebilecek yalnız bir memleket var: Türkiye!Eğer Türkiye, mâlik bulunduğu petrol madenlerini işletirse, sade bununla, dünyanın iktisadiyâtı üzerinde bir cihetle hükümran olabilir.İşte Irak, ne Avrupa'da, ne Asya'nın başka cihetlerinde, ne de başka kıtalarda birer misli bulunmayan böyle iki hazineye mâliktir.Geniş ve feyizli arazi, zengin petrol madenleri!...Siz, muhterem kariler, Türk yurdunda bulunan bu servetin yine Türklere kalmasına çalışınız!Bitmedi. Haşim Nahid (TÜRK YURDU, S. 99, 30 Aralık 1915) ____________________ IRAK TÜRKLERİNE DAİR [VII] -Son bir izah-Beşinci makalenin sonunda Irak Türklerinin tabiat ve ahlâkından bahsedeceğimi kaydetmiş olduğum için şu boşluğu da dolduracağım: Burada "tabiat" kelimesini, muhtelif tesirler altında teşekkül eden dimağı bünyenin hususî tecellîleri manasında alıyorum.Irak Türkleri zeki ve hassastırlar. Edebiyata, şiire temayülleri var, temiz ve güzel giyinmeyi severler: parlak renkli ipek entari, çuha şalvar, sırmalı aba giyinmiş, gümüş koşumlu atlara binen ve karşısında eski Türk debdebe ve ihtişamını hatırladığımız insanlara orada çok tesadüf olunur. Misafirperverdirler: Erbil'de bilhassa ağaların; gerek inşa tarzı, gerek döşemesi, zineti itibariyle bediî zevki ve servet varlığını gösteren selâmlıkları var ki bunların senelik mesârıfları mühim bir yekûna bâliğ olur.Anadolu'nun bilhassa ova halkında bulduğumuz o derûnî hayatı gizleyen derin, vakarlı sükûta mukabil Irak Türklerinde, görünmeye fırsat arayan bir gurur ve tahassüsleri hemen meydana koymak titizliği vardır, lâkin tezahürler samimî, hem de pek samimîdir: Iraklı bir Türk gururunu kırdırmamak ve heyecanlı duygularını tatmin etmek için icap ederse kan döker. İçi dışı birdir. Hakaretlerini insanın yüzüne haykırır. Sadıktır. Hısım akraba için, arkadaş için canını, malını tehlikeye kor ve dediğim olsun, diye aynı tehlikeyi göze aldırır. Mütecaviz bir kuvvete galebe edemeyince teslimiyetinde bile isyan ve intikam manaları sezilir. Bütün bunları teyid edecek müteferrid vak'alar pek çoktur. Bu hâllerin aksine delâlet edecek yine ferdî vak'aların varlığını farz etmekle beraber Irak Türklerinin hemen umumiyetinde; haysiyet-perverlik, gurur, doğruluk ve kin gütmek hasletlerini müşterek bir vasıf hâlinde bulabiliriz.Arkasında hiçbir haysiyet endişesi olmayan o zillete yakın tevazulara, riyakârlıklara tesadüf edilmez. Kinsizlik semavî bir din için mefkûrevî bir fazilet olsa da, mukaddes duygularının hakarete, menfaatlerinin imhaya uğramasının aksi tesirlerini ruhunda duymayanları, işte görüyoruz ki bu asırda "hayvan" diyorlar.Esasen bir "İslâm ahlâkiyeti" manzarasını arzeden bu Türk tabiatının derinliklerinden işte böyle hususiyetlerin fışkırdığı temyiz edilebilir. Bu hususiyetlerden sarfınazar edilirse görülür ki, İslâmiyetin en çok sert kaideleri onların sert tabiatlarına pek uygun gelmiştir: Dindardırlar, hukuku, ahlâkı hep din zihniyetiyle muhakeme ederler. Dinî merasimin hayatı pek bariz surette göze çarpar. Muhtelif tarikatlardan meselâ "Nakşîler". "Kadiriler", "Rufâîler" zümreleri var. Bunların karşısında tarikatları reddeden "zahid'lere de tesadüf olunur.Dinin emirlerini icraya itina ettikleri derecede menhiyattan da sakınırlar. Orada, müskiratı yalnız Yahudiler ve Hristiyanlar kullanır.Ve Müslümanlardan nadir olarak rakı, şarap içenler olursa onlara nefret ve hakaretle bakarlar. Fuhuş; ormanlarda kurdun bulunabilmesi kabilindendir: Bunun sebebi; bir taraftan fuhşun pek şiddetli mukabelelere maruz olması, bir taraftan aile temelinin sağlamlığı oluyor. Fuhşun fena tesirlerine ait iki vak'a hatırlıyorum: Erbil'de bir genç hem annesini hem de annesiyle münasebette bulunanı bir günde ve bizzat katletti. Yine iki kardeş; hafif-meşreplik eden amcalarının kızını bir gece kasabanın haricinde boğazladılar; bu zavallı kızın bugün mezarı bile yoktur. Aile temelinin sağlamlığına gelince; onun da sebebi şudur: Bir kere bir kasaba halkının erkeği de, kadını da düşünce, duygu itibariyle bir vahdet arzederler; çünkü aynı muhit ve aynı şerait altında büyümüşlerdir. Diyebilirim ki, dimağı bünyeleri, aynı kalıptan çıkmış gibi aynı teşekkülü hâizdirler. Bu itibar ile erkekle kadının birbirinden istediği hep müsavidir: İçtimaî sınıf ihtilâfının aile işinde hemen hiç tesiri yoktur. Erkek hariçte maişetini kazanır, kadın da evini idare eder. Sonra kadınların sokağa çıkması vesileleri muayyendir: Cuma akşamları aile ocağının mezarına girip orada Kur'ân ve dua okumak, yas (matem), toy (düğün) cemiyetleriyle "göz aydınlığına", "kalın sağlığa" (veda) ve muayyen zamanlarda sıcağa gitmek. Bundan başka hısım akrabanın vakit buldukça birbirini ziyaret etmesi... ekseriyetle yirmi yaşında evlenen erkek ve kadın; istediklerini birbirlerinde buldukları ve aynı zihniyette oldukları için "talâk" hemen pek nadir vuku bulur ve sebebi ne olursa olsun zevç ile zevcenin ayrılması, ehemmiyetli ve fena bir vak'a teşkil eder."Taaddüd-i zevcât" dahi enderdir. Dinin buna müsaadesini bilmekle beraber, iki veya daha ziyade kadınla izdivacı ayıp sayarlar.Esasen her din, onu kabul eden milletlere yeni bir zihniyet getirir. Ve bir tesviye âleti ağırlığıyla eski zihinleri bir seviyeye getirmek suretiyle muhtelif milletlerden bir "ümmet" vücuda getirmeye sâî olur, fakat çift sürülmüş bir tarlanın sathi; -teşekkülünde arızalar mevcut olmakla beraber- yeni hatlar altında uzaktan nasıl ki, müstevî bir manzara arzederse, muhtelif milletlerin eski zihniyetleri ve an'aneleri de böyle zahirî bir kisve altında bir vahdet manzarası arzederler.Irak Türkleri bugün dinî bir zihniyet manzarası arzediyor: Onlardan birine "Nesiniz, hangi millettensiniz?” diye sorulsa, "Müslümanım" cevabını verir. Lâkin söz arasında Arab'a, Arap; ve Kürd'e, Kürt der. Kıyafetleri, kendilerininkilere benzemeyen ve Türkçe konuşmayanlara da "Osmanlı" ismini verir. Memurlar ve yolcular arasında tesadüf ettikleri bu Osmanlılara karşı, bütün muamelelerinde derin bir sevginin nişaneleri hissolunur ve tahlil ederseniz; Osmanlılara fazla muhabbet göstermelerinin sebebi, onlarda milliyet duygusunun şuursuz bir hâlde bulunmasından neşet ettiğini görürsünüz.Irak Türkleri, Kürd'e ve Arab'a kız vermez; lâkin alırlar. Ve ekser âdetlerinde ötekilerden büsbütün farklıdırlar. Şimdi onların müsavî addettikleri hayatlarının zevahirinden biraz öteye geçip âdetlerine, an'anelerine, bediî zevklerine nüfuz ederseniz, görürsünüz ki, bu dinî vahdet manzarasının altında, pek hususî çizgilerle etrafından ayrılan bir hüviyet vardır. Temeddün itibariyle fazla bir kıymeti olan ve iktisadiyâtta ehemmiyetle bahsedildiğini bildiğimiz "ihtiyat fikri”'nin hariçte müşahhas izlerini de görebilirsiniz: Iraklı Türkler, servet iddiharına çok itina ederler.Çalışkan ve müteşebbistirler: Irak'ta bir Ankaralı, bir İstanbullu bir Adanalı Türk taciri yoktur. Lâkin Irak'ın Türklerle meskûn olmayan yerlerinde, Suriye'de, Anadolu'da bir tahkikat yapsanız, bütün bu yerlerde Iraklı Türklerden birkaç kişi bulabilirsiniz.İskender'le Dârâ'nın harp ettiği Erbil ovası ve bütün Irak, bugün bir iktisat fâtihi bekliyor. Irak'ın ihtiva ettiği servet defineleri asırlardan beri dünyanın gözünü, ve son zamanlarda birçoklarının ihtiras dişlerini kamaştırdı. İrfan ve teşkilât kuvvetleriyle Irak'ı bir mücadele sahnesi hâline koymak isteyenlere karşı Osmanlı milletinin en mühim kuvveti yine Irak Türkleridir!Etrafındakilere faikıyetini bugünkü hayatıyla ispat etmiş ve mümtaz hasletlere mâlik olduğunu izaha çalıştığım bu Türkleri mücadele sahnesine hazırlayabilmek için maarif teşkilâtını tevsi ve ikmal etmek icap eder. Türkçülerin de bu hususta mühim vazifeleri vardır. Haşim Nahid (NOT: Haşim Nahid’in Türk Yurdu’da yedi sayı süren bu seyahat serisi, yeni harflere aktardığımız Türk Yurdu dergisinin 4. cildinde yer almaktadır. Ankara 1999. Arslan Tekin).(TÜRK YURDU, S. 100, 26 Ocak 1915)[1] "Dalda" kelimesini Irak Türkleri, "saye" ve "melce" manasında kullanırlar: Ağacın daldasına oturdum. Bu kimsesiz çocuklar falancanın daldasına sığınmış. O adam duvarın daldasında gizlenmişti.[2] "Gidirdin"deki sağır kef i vav gibi telaffuz ederler: gideru.[3] Bu da övle: Giderdüz.[4] Bu manayı “seciye” ile tabir etmek daha münasip geliyor. (Türk Yurdu)