Bugün ‘Söylenecek laf da kalmadı’ deyip yazıyı bitirmek
istediğim günlerden biri.
Salı günkü Cumhuriyet davasında mahkeme heyeti, tutuklulukların
devamına karar verdi. Konuyla ilgili söylenebilecek her söz,
yazılabilecek her yazı sarf edildikten sonra, bu karara ne
diyeyim?
Türkiye öyle bir yer oldu ki, bir defa haksız yere ‘içeri’
atıldığınızda, Monte Kristo Kontu durumundasınız. Cumhuriyet
davasındaki iddia ve delillerin anlamsızlığı, hatta komikliği,
yüzlerce defa kanıtlandı. Yazı konusu oldu. Mahkeme heyetinin
gözünün içine sokuldu. Ancak nasılsa tutukluluk hâlâ devam
ediyor.
İkinci kötü haber de Osman Kavala’nın tutuklanması
oldu. Bu zamana kadar bir şekilde bu kötü şakanın biteceğini,
Osman’ın serbest bırakılacağını umuyordum. Tutuklanması, sadece
Türkiye’de sivil toplum ve demokrasi adına mücadele verenlere bir
darbe değil. Aynı zamanda devlette mantığın durduğunun, sistemin
işlemediğinin, polisiye operasyonları ve yargı kararlarının büyük
bir cehalet temelinde ilerlediğinin de göstergesi. Bu yüzden
kahredici.
Osman Kavala’yı birkaç yıldır değil, neredeyse çocuk yaşlardan
itibaren tanıyorum. Ailecek tanıyoruz. Babamdan devraldığım bu
dostluk, benim için bir aile tanışıklığının ötesinde, büyük bir
şeref kaynağı.
Nereden başlayayım Osman’ı anlatmaya? Evet yazılanların hepsi
doğru. 2010 yılından itibaren ‘Gülen cemaati’ konusunda ilk uyanan
aydınlardan biridir Osman. Evet, eşi Ayşe Buğra
ile birlikte Türkan Saylan’ın cenazesinde,
sessizce yürüyen on binlerden biriydi. İlhan
Cihaner’e yapılanlardan, devletteki Gülen
yapılanmasından derin rahatsızlık duyuyordu. Evet, Dani
Rodrik ve Pınar Doğan’ın Balyoz’la ilgili
delillerin sahteliğini kan...