Hababam devlette cemaat ayıklaması yapılıyor. Darbe sonrası
gözaltına alınan ya da kamudan atılanların sayısı neredeyse 100
bine yaklaştı.
Gülen cemaatinin, sayıca çok olmamakla
birlikte, eğitimde ve devletin stratejik önem taşıyan kurumlarında
yoğunlaştığını başından beri biliyoruz. 15 Temmuz sonrası devlet,
kendini koruma refleksiyle, “Ben risk almam. Dokunan
yanar” diyor. Böylece Gülen cemaatine mensup, okullarından
mezun, cemaate bağış yapmış ya da bir biçimde ilişkili gördüğü
herkesi görevden uzaklaştırıyor.
Bir bölümünün mal varlığına el konuluyor. Şu ana kadar 4 bin
civarında taşınmazın Hazine’ye geçtiği söyleniyor. Ama cemaate ait
olduğu tespit edilen 68 bin civarında mal varlığı var. Neresinden
baksanız, ciddi bir kalem. Olabilecek en sert refleks.
Kurunun yanında yaş da yanıyor mu? Kuşkusuz. Ama mevcut atmosferde
bunu konuşmak pek mümkün değil. Ortada büyük bir travma, kanlı bir
darbe girişimi, onlarca yıla dayanan gizli bir örgütlenme modeli
var. Devlet bu kadar burnundan solurken, “Ya acaba burada
darbeye hiç karışmamış masum insanları da
cezalandırmıyor muyuz?” lafını kimse duymak
istemiyor.
Bu kaotik ortamda, asıl maalesef konuşmamız gereken hiçbir sorunu
tartışamıyoruz. Devlet nasıl yeniden yapılandırılacak? Nasıl
demokratikleşecek? Nasıl aynı hastalıklı yapıları üretmesi
engellenecek?
Şunu da tartışamıyoruz; Gülen cemaatinin devlete sızma meselesi,
sadece bir‘kadro tasfiyesiyle’ halledebileceğimiz bir mevzu
mu? Son haftalarda okuduğumuz her haber, dinlediğimiz her itirafçı
bize devletle cemaatin ne ölçüde iç içe geçmiş olduğunu gösteriyor.
Cemaati kazıdıkça, altından AKP falan değil,
basbayağı ‘devletkapısı’ çıkıyor.
Cemaat, 12 Eylül sonrası egemen olan resmi ideolojiyi temsil ettiği
için bu kadar yol aldı; ancak biz
o ‘milliyetçi-muhafazakâr vatandaş
tipolojisi’ dışında kimseye güvenmeyen ideolojinin kendisini
tartışamıyoruz.
Dün AGOS’ta Yetvart Danzikyan’ın ‘Kimse
Kimseyi Kandırmadı’ diye güzel bir yazısı vardı. Cemaat
meselesini 12 Eylül darbesinden buraya getiren Danzikyan, 12 Eylül
sonrasında dönemin ‘anarşistlerini’, ‘kökü dışarıda bir
proje’ olarak gören devletin, milliyetçi-dindar Gülen
hareketinin önünü açtığını hatırlatıyor. “Çünkü 12
Eylül’den sonra devlette ‘alnı secdeye
değenler’ olsun istenmiştir. Solcular, Aleviler,‘kripto
Ermeniler’, ‘kripto Yahudiler’ devlete sızmasın, devlet
içinde olmasınlar diye bu yapının önü açılmıştır” diyor
Agos genel yayın yönetmeni.
Ve ekliyor: “Gülen Cemaati kimseyi kandırmadı. Ne
yapacakları gayet belliydi. 12Eylül sonrası ortamda kendilerine çok
büyük bir alan açıldı. Muhafazakâr bir nesil
yetişecekti. İtiraz etmeyen, evlenip çocuk
yapmaktan başka bir amacı olmayan, ticaretle uğraşan,
mutaassıp bir toplum yaratılacaktı...”
Yanlış mı?
Şimdi başa dönelim. Gülen cemaati, hastalıklı bir nüve içeriyorsa
da, bu devletin kurumlarında var olan hastalıklarla birleşince
metastas yaptı.
Siz 81 ilin 74’ünde Fethullahçı emniyet müdürü olmasına bakmayın; o
müdürlerin devletle neden bu kadar uyumlu çalıştığını
sorgulayın.