Geçenlerde bir konferans için Roma’daydım. Trantevere’de
gezinirken girdiğim seramik dükkânındaki genç sanatçı, İstanbul’dan
olduğumu duyunca hayranlıkla “Ne kadar şanslısınız. Orada
yaşamayı çok isterdim” dedi. Nedenini sorunca cevabı“Burası
yaşanır gibi değil. Bizim hükümet çok kötü” oldu.
Güldük.
Tabii genç sanatçı ne kadar şikâyet ederse etsin, İtalya ciddi bir
demokrasi. Bizde olmayan her şey mevcut. Nihayetinde kuvvetler
ayrımı var; bağımsız yargı var; medya var; kişisel özgürlükler var;
adalet var; var, var, var.
Ancak dünyanın birçok yerinde bambaşka ve son derece ürkütücü bir
fenomen baş gösterdi. Bu da halkın desteğini alan demagog
diktatörlerin önlenemez yükselişi. 1960 ve 70’lerde Ortadoğu, Latin
Amerika ve Asya’da ulusdevlet sürecini yeni tamamlayan genç
demokrasilerin en büyük sıkıntısı, askeri darbe rejimleriydi. Şimdi
asıl dert, sandık yoluyla gelen otoriter liderler ve demokrasi diye
yutturulan “çoğunluk hegemonyası”.
Gerçek şu ki, dünyanın birçok yerinde ulusdevlet’i kuran parti ve
ideolojilere karşı bir halk isyanı var; ancak bu durum en çok
demagoglara yarıyor.
‘Demokrasi’ fikri, hiç olmadığı kadar ciddi bir tehlike
altında. Ve kimse bu duruma çare bulabilmiş değil.
Son dönemde bu tartışmaları tetikleyen, ABD’de Donald
Trump’un önlemeyen yükselişi. Trump, medya, üniversiteler,
kurulu düzen, iş dünyası ve hatta kendi partisi Cumhuriyetçi’lerin
tüm itirazlarına rağmen, almış arkasına öfkeli bir kalabalığı,
terbiyesiz bir kampanyayla, tüm asgari demokratik değerlerle alay
ederek ve Müslümanları, Meksikalıları, kadınları, gayları
aşağılayarak bangır bangır iktidarı zorluyor. Oyunu çirkin, ancak
kurallarına göre oynuyor.